15 Temmuz askerî darbe girişiminin üzerinden 13 gün geçti. Herkes hâlâ olayın şokunu yaşıyor. Toplum, ne büyük bir badire atlattığını, daha yeni fark etmeye başladı. Dua, temenni ve serzenişler birbirine karışıyor. Hayıflanarak “aldatıldık” diyenlerin sayısı da az değil. Aslında buna “Allah’la aldatmak” demek daha doğru olsa gerek.
Toplumu “Allah’la aldatanlar”, acaba devleti ne ile aldattılar? İşte asıl üzerinde durulması gereken husus bu olmalıdır. Devleti kandırmak, devleti aldatmak bu kadar basit midir? Bu, dinî görünüşlü bir cemaatin tek başına yapabileceği bir iş midir? Fotoğrafa bir de tersinden bakmak gerekiyor: Biz devleti gözümüzde çok mu büyüttük ya da bizdeki devlet organizasyonu haricî sızmalara bu kadar müsait mi?
Meseleyi devlet açısından görebilmek için, isterseniz birlikte bir yolculuğa çıkalım. Osmanlı’nın son döneminde devlet otoritesinin sağlanması; idarî, askerî, hukukî, malî ve siyasî kararların alınıp uygulanabilmesi, ayrıca devlet sırlarının açığa çıkmaması hususunda, tek kelimeyle bir felaket yaşanmıştır. Devletin bütün mahremiyeti, orduya ve bürokrasiye sarmış ihanet çeteleri (özellikle azınlıklara mensup paşalar, askerler, bakanlıklardaki üst ve ast seviyedeki memurlar, tercüme odalarındaki Rumlar, Ermeniler vs.) tarafından tersyüz edilmiştir. “Millet fakr u zaruret içinde harap ve bî-tap düşmüştür.” I. Dünya Savaşı ve hemen ardından gelen Kurtuluş Savaşı ile bir ölüm-kalım mücadelesi verilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş yıllarında da devletin mahremliği açısından sıkıntılar vardır. Büyük Millet Meclisi’nin en gizli oturumları dışarıya sızdırılmış, Ankara’nın Lozan görüşmelerinde İsmet Paşa’ya gönderdiği şifreli telgraflar deşifre edilmiştir.
Cumhuriyet’in daha sonraki yıllarında da durum çok farklı değildir. Demokrat Parti döneminde NATO’ya girişimizle birlikte işin rengi değişmiştir. Rusların Akdeniz’e inme hayalleri, komünizm tehlikesi, NATO’ya girişimiz haklı mıydı, haksız mıydı, bunları tartışmayacağım. Ama Demokrat Parti’nin “her mahallede bir milyoner yaratma” hülyası, bize askerî ve siyasî açıdan pahalıya mâl olmuştur. Sırlarını saklamakta zafiyet gösteren Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendine ait ne kadar mahremiyet varsa, bunların tamamını “NATO müttefikleri” ile paylaşmıştır.
Menderes, Millî İstihbarat Teşkilatı mensuplarının maaşlarını Amerikalıların ödediklerini duyduğunda büyük şaşkınlık yaşamış, derhal müdahale ederek maaşların Çakırbeyli Çiftliği’nden gelen şahsî gelirinden ödenmesini emretmiştir.
Ne tuhaf değil mi? Yıllar sonra kontra-gerilla meselesi ortaya çıktığında, dönemin başbakanı Bülent Ecevit de “Benim kontra-gerilladan haberim yok.” demişti.
NATO ile nikâh kıydığımız günlerde, hatta biraz daha öncesinde, Türkiye’de Komünizmle Mücadele Dernekleri kurulmuş ve hemen akabinde gladyo yapılanmaları faaliyet göstermeye başlamıştır. Meşhur 6-7 Eylül olaylarında, bu çetrefilli yapılanmaların parmağı olduğu şüphesi hep var olagelmiştir. 27 Mayıs 1960 askerî darbesi ise, bu konuda başlı başına bir muammadır.
1968’lerde Erzurum Komünizmle Mücadele Derneğinin saflarında Fethullah Gülen’i görüyoruz. Tesadüf müdür, tevâfuk mu bilmiyorum! Gülen’in Amerikalılar ile sanki ilk teması bu olsa gerek.
Fethullah Gülen, 1970’li yıllarda İzmir Kemeraltı Kestane Pazarı’ndadır. Peki, Kestane Pazarı’nı kuran kimdir? İzmir’in farmasonik zenginlerinden Ali Rıza Güven!!! Bu zat, Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerinden Üzeyir Şenler’e masonluk teklif eder. Huzur Sokağı romanının yazarı Şule Yüksel Şenler, Üzeyir Şenler’in kız kardeşidir. Üzeyir Şenler masonluk teklifini sert şekilde reddeder; fakat Gülen, masonlarla dostluğunu sıkılaştırır. Ali Rıza Güven ile Fethullah Gülen’in sıkı dost olduklarını söyleyen de Üzeyir Şenler’dir.
1979 yılına gelindiğinde, İran’da İslâm Devrimi gerçekleşir. Stratejik ortaklarımız, NATO’daki müttefiklerimiz, sözüm ona Batılı dostlarımız, İran’daki İslâmî hareketin kendilerine zarar vermemesi için, bir bakıma bir kalkan vazifesi görecek olan Yeşil Kuşak Projesi’ni başlatırlar. Yani ılımlı İslâm, dinler arası diyalog…
Nihayet tünelin ucu göründü. Sonrası malum… Eğitim faaliyetleri, askerî ve sivil bürokrasiye sızma girişimleri, suret-i Hak’tan görünüp aldatmalar, empati yapmalar, sempatik görünmeler, gazete, televizyon yayınları, kitaplar, şiirler, vaazlar, Türkçe olimpiyatlarıyla gönülleri fethetmeler, kurban devşirmeler, himmet toplamalar ve kendini “Mehdi” ilan etmeler…
ABD’nin eski Dışişleri Bakanlarından Condaleezza Rice, Ortadoğu’da 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini söylerken, acaba bizim millî devletimizi de hedef göstermiş miydi? 17-25 Aralık olaylarında “Anlamıyor musun, mesele ağaç değil.” diyen sanatsız papağanlar, acaba küresel sermayenin yeryüzündeki millî devletleri yıkma girişiminde bulunduğunu fark edebiliyorlar mıydı?
NATO vasıtasıyla TSK’nın ne hale getirildiğini gördük. Basiretsiz siyasetin “İdris elbisesi giymiş İblisleri” 40 yılda fark edemediğine şahit olduk. Cumhuriyet mitinglerinde, güçlü lâiklik vurgusuyla inanç özgürlüğünü savunanların, son olaylar karşısında aynı hassasiyeti Gülen Cemaati’ne karşı neden göstermediklerini anlayamadık!!!
Tek cümleyle özetlemek gerekirse; “Vatikan’da ölmek istiyorum.” diyen sözde bir Mehdi’nin “Beni Türkiye’ye iade etmeyin. Biz Batı’nın hizmetindeyiz.” sözleri, her şeyi bütün çıplaklığıyla izah etmiyor mu?
28/07/2016
Yaşar ÖZTÜRK
NOT: (Allah ile aldatma, aldanma) "Lokman:33, Fatır:5, Hadid:14.ayetler"