Yıllar önce, valizlerimden daha çok olan kitaplarımla, ilk görev yerime gidişimi hatırlıyorum. Genç ve idealist bir öğretmenin Karadeniz macerasıydı o. Yeşilin bin bir çeşidinin bulunduğu Karadeniz yaylalarına tırmanıyoruz. “Dağlar öyle bitip tükenmez, yollar öyle kolay aşılır cinsten değil.” Dağların başı sisten görünmüyor. Uçurumların ise dibini görmek mümkün değil. Üç dört saatlik zorlu bir yolculuktan sonra Alucra’ya ulaşıyoruz. Alucra, Giresun’dan 155 km içeride küçük bir ilçe merkezi…
Taksi çağırmak istediğimi söylüyorum, etrafımdakiler bana tuhaf tuhaf bakıyorlar. “Buruda taksi bulunmaz; isterseniz jeep var.” Ne yapalım, o da olur, diyorum. “Yeter ki ihtiyacımızı karşılasın.” Müdür, hoş geldiniz dedikten sonra, “Kitaplarınızı ve valizlerinizi şu odaya bırakalım. Öğrenciler sizi bekliyor, hemen derse girin.” diyor. Ben, ne olup bittiğini daha anlamadan, yorgun argın derse giriyorum. Ve böylece başlıyor, bizim meslekî maceramız, iki bin metre yükseklikteki Giresun Dağlarının ardında…
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesindeki hocalarımız, “Anadolu’ya gitmeden önce, ihtiyaç duyabileceğiniz ders araç gereçlerini yanınızda götürünüz.” diye bizi uyarmışlardı. Ben de ilk görev yerime bu konuda tedbirli gitmiştim.
Aradan birkaç ay geçti. Lise 2. sınıflarda Yahya Kemal’in “Aziz İstanbul” şiirini işliyorduk. Anadolu’nun gariban çocukları İstanbul’u hiç görmedikleri için, benim öncelikli olarak öğrencilerimin kafasında İstanbul’u şekillendirmem gerekiyordu. Sınıf duvarlarına İstanbul fotoğraflarını astık. Boğaziçi, Üsküdar, Adalar… Münir Nurettin’in sesinden “Sana bir tepeden baktım Aziz İstanbul…” şarkısını kasetten dinlettiriyorum öğrencilere… Önce İstanbul görüntüleri, sonra Yahya Kemal…
Bu sıra kapı çalındı, içeriye orta yaşlı bir zat girdi. “Ben müfettiş ………” dedi. Meslekte çok yeni olduğum için teftişin ve müfettişin ne olduğunu bilmiyordum. Ne yaptığımızı sordu. Ben de Yahya Kemal’in “Aziz İstanbul” şiirini incelediğimizi söyledim. Duvardaki resimlere baktı, baktı… Sonra gök gürlemesine benzeyen bir sesle başladı bağırmaya. “Böyle ders mi işlenir? Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz? Kaldırın şu resimleri! Susturun şu teybi! Bunları kullanmak için Talim Terbiye Kurulu onayı gerekir. Siz bunları kullanmak için kimden izin aldınız?”
Bizim “Aziz İstanbul” şiiri, öfke nöbetleriyle “Zavallı İstanbul”a dönmüştü.
Aradan yıllar geçti. Ben kıdemli bir öğretmen ve tecrübeli bir idareciydim. Ankara’da 8. Millî Eğitim Şurası’na katılmıştım. Ankara Beşevler’deki salonda, ateşli bir hatip şunları söylüyordu: ”Bizim edebiyat öğretmenlerimiz derslerde eğitim teknolojisini kullanmak zorundadırlar. Mesela, Yahya Kemal’in “Aziz İstanbul” şiirini işliyorsunuz. Hayatında İstanbul’u hiç görmemiş bir öğrencinin kafasında öncelikli olarak İstanbul’un mekân olarak canlandırılması gerekmez mi? Sınıfın duvarlarında İstanbul fotoğrafları olması gerekmiyor mu? Mümkünse bunu belgesel nitelikli filmlerle yapalım. Kaset, video gibi bilgi teknolojisinin kullanılmasını yaygınlaştıralım.”
Kürsüdeki hatibe baktım. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Konuşan, yıllar önce beni teftiş eden müfettişti. Sözüm ona Eğitim Şurası’nda görüşlerini paylaşıyordu! Bu zavallı adam, edebiyatın “edep”ten geldiğini unutarak, bir kez daha edebiyat öğretmenlerinin haddini bildirmekle meşguldü. Benim stajyerken gördüğüm o hakikati, bu adamlar, rüyadan uyanmışçasına daha yeni görüyorlardı! Ne diyeyim, günaydın Türkiye, günaydın Millî Eğitim! Akif ne güzel söylüyor:
Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır
Sonrasını anlatmayayım: İtirazlar… kargaşa… “Sus, sen teftiş kurulu başkanından iyi mi bileceksin?” diyen eyyamcı bir delegasyon… Benim şura salonundaki yalnızlığım… “Tutanaktan çıkarın bu saçmalıkları!” diye çıkışan anlı şanlı bürokratlar… Üzeri örtülen hakikatler, altı küf bağlamış eğitim problemleri, bu ülkede her nedense hep görmezlikten gelindi. Ama unutulan bir şey vardı: Biz, eğitim kurumlarımızı iflas ettirmekle bindiğimiz dalı değil, kundaktaki bebeklerimizi kestiğimizin farkında değildik! Otuz sene önce, şamata ve ihtişama boğulmuş bürokrasi, bu hakikatin farkında değildi; korkarım, bugün de farkında değil.