Son günlerde bir sahtekârlıktır gidiyor:
Sucuklar sahte! Peynirler sahte! Ballar sahte! İlaçlar sahte! Belgeler sahte! Diplomalar sahte! Raporlar sahte!Size daha korkunç olanını söyleyeyim:
Dostluklar sahte!
Toplumsal bünyemizi saran bu nedamet iklimi, aşkı da sahte hale getirdi. Günümüzün sahte âşıkları, Mecnun ve Kerem’i boşa coşmuş gibi algılamaya başladı. “Aşk ve vefa yalan imiş” diye şarkılar bestelenmedi mi? Birileri de elleri ve ayaklarıyla tempo tutup o şarkılara eşlik etmedi mi? “İnsafsızlık ediyorsunuz, o kadar da değil.” diyorsanız, çevrenize şöyle bir bakın:
Sevdalar plastik, sevgililer naylon bebek!
Midesiyle cinselliği arasında gidip gelen genç bir nesil… Selamsız, sabahsız, çilesiz ve her şeyden ötesi fikirsiz… Fikrin çilesine talip olmayan nesillerin düşüncesi taklit, icraatı çarpık, samimiyeti de elbette sahte çıkacaktır; bunda şaşıracak ne var ki? Asıl önemli olan, içimizi bir kurt gibi kemiren bu toplumsal hastalıktan acaba kaç kişi rahatsızdır?
Bana sorarsanız, gençlerin bir suçu yok. Onlar böyle bir hayatın içinde analarını, babalarını ve dedelerini debelenirken buldular. Büyükleri onlara “Sakın yalan söylemeyin!” dediler; ama onlar, babalarının komşularına yalan söylediğine tanıklık ettiler. Riyakârlığı, samimiyetsizliği, yalancılığı hep yaşayarak öğrendiler. Sorumsuz ve vurdumduymaz olduklarında, artık hiç bir şey onları rahatsız etmemeye başladı. Ne riyaya bulaşmış yalanlar… Ne yapmacık gülümsemeler… Ne menfaat için dokuz takla atmalar… Haramı helal gibi kabul etmeler… Aldatmayı açıkgözlük, hırsızlığı tüccarlık gibi algılamalar ve daha neler neler…
“Güneşi ceketinin astarı içinde kaybetmiş” bu zavallı nesiller, kendilerini uyaran iyi niyetli insanlara, “Siz hangi dünyada yaşadığınızın farkında bile değilsiniz!” diyerek egolarını kutsuyorlar ve bu böbürlenmeleriyle gönül rahatlığı yaşadıklarını sanıyorlar!
Bugünkü halimiz, zifiri karanlıkta el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan adamın çıkmazlarına benziyor. Biz, zaman içinde aile ve eğitim kurumlarımızı kaybettik. Bu iki kurumun iflası, genç nesillerimizi kaybetmemize sebep oldu. Ne hazindir ki, bugün neyi, nerede, nasıl kaybettiğimizi bile fark etmeden, gecenin karanlığında ışıl ışıl parıldayan bir vefayı, sımsıcak bir samimiyeti, üstümüze bir yorgan gibi örtmek istediğimiz o masumane dürüstlüğü ve merhabası sahte olmayan dostları arayıp duruyoruz.
Kimse alınganlık göstermesin ve kusura bakmasın, çocuklarımız bu sahtekârlığı büyüklerinden öğrendiler. Gözünüzü kapatın ve kare kare aşağıdaki filmi izleyin:
Haram nasıl yenir? Adam nasıl satılır? Yalan nasıl söylenir? Haksızlık nasıl yapılır? İltimas nedir, adam nasıl kayrılır? Menfaat için hakikat nasıl gizlenir? Susarak haksızlığa nasıl destek verilir? İkiyüzlü davranıp sonra nasıl sahte dostluklar sergilenir? Muhbir kimdir, gammazlamak nedir? Yargısız infaz ne demektir? Hırsızlık nasıl yapılır? Millet nasıl kandırılır? Mukaddes duygular nasıl sömürülür? Kişisel menfaatler için devlet ve millete nasıl ihanet edilir? Siyaset uğruna millî meselelere nasıl sırt dönülür?Bunlar saymakla bitmez. “Hayır, yeni nesil bunları bizden öğrenmedi.” diyorsanız, sahi çocuklarımız bunları kimden öğrendi? Gençlerin davranış bozukluklarını kim görmezlikten geldi?
Bugün “takmış koluna elin adamını / beni orta yerimden çatlatıyor / ağzında sakızı şişirip şişirip / arsız arsız patlatıyor.” şarkısındaki hayatı edep yoksunu bulanlar, acaba kendi dönemlerinin oturak âlemlerini yansıtan o popüler türküleri unuttular mı? “Halime’yi samanlıkta bastılar. Şalvarını gül dalına astılar. Dam üstünde un eler…” Daha gerisini söyleyeyim mi?
İçimden “edep yahu” demek geçiyor, sadece gençlere değil, onları bu çetinler çetini yolda yalnız bırakan ana ve babalarına da edep ya hu!