“İnsan potansiyelini konfor alanının dışına çıkarak anlayabilir”
Bazı insanlar, “Hayatta bazı hatalarım oldu” der. Oysa hayatın bir kullanma kılavuzu yoktur. Bu doğrultuda, “hayatta hata yapmak ”tan bahsedilebilir mi? Hayatın kullanma kılavuzu… var mı?
Hayatta hata yapmamak söz konusu değildir. Hata yapmadan insanın potansiyelinin sınırlarını tanıması mümkün olmaz. “Ben hayatımda hiç hata yapmadım” diyenler konfor alanının dışına çıkmamış insanlardır. “Pişmanlığım yok” diyenlerse kendilerine karşı dürüst davranmamıştır. Hayal kırıklığı ve pişmanlık insanı hatası üzerine düşünmeye yönlendirir ve yapmış olduğu hatayı öğrenme fırsatına çevirmek için eşsiz bir imkân sunar. Hayal kırıklığının önemli bir yararı da kişinin gerçekleştiremeyeceği hayal ve hedeflerinin arkasında zaman kaybetmesini önlemesi, daha gerçekçi beklentiler oluşturabilmesidir.
İnsanı geliştiren hatalar ve başarısızlıklardır. Önemli olan, istemediği türde sonuca ulaşan insanın, “Ben bundan ne öğrendim?” sorusunu sormasıdır. Büyük çoğunlukla başarıyla zehirlenmiş bir kuşak yetişiyor. İnsanlar başarılı olurlarsa değerli olacaklarına inandıkları için, başarısızlık bir değersizlik ve felaket olarak algılanıyor. Başarısızlığı değersizlik olarak kabul edenlerin, başkalarını veya dışlarındaki koşulları suçlamaları sebebiyle olumsuz deneyimlerinden ders çıkarmaları da mümkün olmuyor.
Nietzsche “Seni öldürmeyen güçlendirir” der. Gerçekten hatalar insanı güçlendirir mi?
Başarı konusunda anahtar öz yeterliliktir. İnsanların öz yeterlilik sahibi olmasının yolu düşmek, kalkmak, yeniden denemek, yardım istemekten geçer ve soruna farklı bir açıdan yaklaşarak yapılan mücadele sonucunda kazanılır. Hiç şüphesiz hataların niteliği önemlidir. Gençlerin yapabileceği ve hayatlarını gölgeleyecek hatalar, uygun olmayan maddelere bağlanmak ve ergenlik döneminde çocuk sahibi olmaktır.
Ders çıkarılan hatalar insanı olgunlaştırır ve sağlıklı bir ego gelişimini destekler. Bu sayede, kişi hayatı zorluklarıyla kabul ederek daha rahat kucaklar ve çevresindekilerin başvurduğu bilgece bir derinlik kazanır.
İnsanlar “yanlış” evlilik yapmaktan, “yanlış” mesleği seçmekten korkabiliyor. Oysa insanın bu alandaki tercihlerini, zaman alsa da, değiştirme hakkı ve şansı vardır. Neden “kalıcı” görülebiliyorlar?
İnsan hayatında iki önemli karar verir. Birincisi, mesleğini seçmektir; çünkü meslek seçimi gerçekte hayat biçimini seçmektir. İkincisiyse, hayat arkadaşını seçmektir. Birinci kararı ailenin ve çevrenin “başkaları ne diyor” düşüncesinin etkisinde kalmadan vermek önemlidir. İkinci kararı da duygusal ve cinsel çekimin zirveye çıktığı sırada, hormonların etkisinde kalmadan vermek uygundur. Çünkü bu alanlarda yapılan hataların telafisi mümkün, fakat maliyetlidir.
Peki ya eş seçiminde?
Eş seçimindeyse en büyük yanılgılardan birisi, insanların belirli özelliklere başkalarından daha çok değer verdiklerine inanmalarıdır. Müstakbel partnerlerinde hangi özellikleri aradıkları sorulduğunda; kibarlık, duyarlılık, sevecenlik, kollayıcılık gibi genel özellikler ağır basar. Bu beyanlarda bulunanlar, kendilerinin bu tercihlerinde özel olduklarını düşünürler. Oysa bu arayış neredeyse dünyanın her yerindeki insan için geçerlidir.
Aileye gelirsek, anne-babalar kendi yaptıkları hatalardan çocuklarını korumak istiyorlar, bu sebeple hayatlarını yönlendirebiliyor ve fazla koruyucu davranabiliyorlar.
Bugün anne-babalar her yerde “iyi ebeveynlik” konusunda bilgi bombardımanı altında kalırken, çocukları da evin içinde ve dışında uyaran yağmuru altında yaşıyor ve bu durum çocuk yetiştirmeyi olması gerektiğinden daha karmaşık hale getiriyor. Bunun sonucunda anne-babalar yanlış yapmamak adına çocuklarının hayatına çok fazla karışıyorlar. Çocukların yaptığı her davranışa “yapma”, yapmadığı her davranışa da “yap” diyerek onları mükemmel birey yapabileceklerine inanıyorlar. Bu tutumun altında sevgi ve korku gibi birbirinin içine geçmiş iki duygu yatıyor. Çocuklarının başarılı olamayacağı korkusu onlara duyulan sevgiyle birleşip hayat karşısında güçlenmelerini engelleyecek müdahalelere yol açıyor.
Özellikle iyi eğitimli kadınlar, anneliği üniversite veya iş hayatındaki başarıyla özdeşleştirebiliyorlar. Sonuç olarak çocuklarını kurdukları bir işin veya kurumsal hayatta kendilerine koydukları en tepeye çıkma hedefinin bir parçası olarak görüyorlar. Onların başarısını veya başarısızlığını kendi performanslarının, hatta özdeğerlerinin bir yansıması olarak algılıyorlar.
Sadece üst gelir grubundaki aileler değil, orta ve onlara özenen alt orta gelir düzeyindeki aileler de imkânlarını en üst düzeyde zorlayarak çocuklarına her türlü fırsatı sunmayı birinci derecede görevleri sayıyor. Oysa çocukların hayatını ileri derecede kolaylaştırmak, onların sorumluluk alanında olan görevlerin hepsinin anne-babalar veya evdeki yardımcılar tarafından yapılması çocukları hayat karşısında güçsüz ve beceriksiz bırakıyor.
Çocuklara yaşam becerisi kazandırmak için süper anne ve baba olmaya ve çocuğun her ihtiyacı olduğu anda yanında bulunmaya gerçekte ihtiyaç yok. Bunun için çocukları çok fazla korumamak, onlara fazla müdahalede bulunmamak ve ellerini bırakmak yeterli. Anne-babaların yaptıkları hataların nitelikleri önemli. Bu nedenle, çocuklarıyla kurdukları ilişkilerin kalitesi ölçüsünde onları yönlendirmeleri mümkün olabilir. Bu ilişkide en önemli gelişim çocukları ailenin refahına değil, hayatına ortak ederek sağlanabilir.
Ayrıca, sadece başarılı olması sonucu değerli olacağına inandırılan çocuk, büyüdüğü zaman kendisi için yaşar, gerisini de umursamaz. Eğer bir çocuk aile sofrasında, “Bu hafta kime iyilik ettin? Bu hafta hangi arkadaşına yardımcı oldun? Sahip olduğun için mutluluk duyduğun ne var?” sorularına muhatap olursa, vicdan gelişimi ve kendisinden başkalarını da düşünmek konusunda bir farkındalık kazanır. Böyle bir çocuk dünyayı değerli ve yaşanılır kılanın parayla sahip olunan şeyler olmadığını bilir. Aileler de böylece “dünyada en iyi olacak bir çocuk yetiştirmek” gibi imkânsız bir hayalin peşinden gitmek yerine “dünya için iyi olacak bir çocuk yetiştirmek” gibi çok daha gerçekçi ve hayırlı bir amaca yönelirler.
Kişi, kendisini tehdit eden bir durumda hızla karar vererek, ünlü “savaş ya da kaç” tepkisini gösterir. Korkusu olmayan bir insan her türlü tehlikeye açık olur. Buna karşılık kaygı, gerçek tehdidin varlığıyla değil, beklentisi sonucu ortaya çıkar. Yarışmaya girmek, zaman baskısı altında iş yapmak, sınanmak, denetlenmek kişide kaygı yaratır. Hata yapma konusunda duyulan kaygı, insanın gelecek beklentisiyle ve “başkalarının onu nasıl göreceği” sorusuna atfettiği önemle ilişkilidir. Özgüven bu dış değerlendirmenin cevabını verir ve başarıya bağlıdır. Başarılı olduğu zaman kendisini değerli hisseden, çevre tarafından “iyi, doğru, değerli, güzel, yakışıklı” olarak değerlendirilen kişi, başarısız olduğu zaman kendisinin “kötü, yanlış, değersiz ve hatta çirkin” olduğunu kabul etmek zorundadır. Bunu içe sindirmek kolay değildir.
Ancak her türlü işte başarılı olmak için belirli bir düzeyde kaygı gereklidir. Böylelikle kişi uyanık, enerjik, dikkatli ve disiplinli davranır. Akıl ve ruh sağlığı açısından güçlü insanlar geleceğe umutla bakar, enerjilerini olmuş olana değil olacak olana odaklayan olumlu bir tutum içinde olur, mücadele içinde kazandıkları yılmazlık sebebiyle özyeterlilik geliştirirler.
İnsanın kendine duyduğu güven ve yetkinlik, Amerikan psikolojisinin etkisi altında kalarak dünyayı ve Türkiye’yi etkilemiştir. Kendine güven soyut bir inanç, yetkinlik ise somut çıktıları olan yeterliliktir. Ne yazık ki bu iki özellik birbirine karıştırılır ve kendine güvenin yeterli olacağı gibi gerçekçi olmayan bir çıkarıma neden olur.
Elde edilmek istenen sonuçlara kararlılıkla ve düzenli uygulamayla ulaşılır. Köklü değişiklikler zaman içinde disiplinli uygulama sonucunda gerçekleşir. Disiplin ilkelerde, hedeflerde ve performans ölçütlerinde tutarlılıktır. Bir anlamda oluşturulan ritüellere uyarak hayata yansır. Bu süreçte başarısızlıklar kaçınılmazdır. Her insan, her kurum, her takım, her ülke başarısız olur. Önemli olan başarısızlıkların öğrenme fırsatı olarak görülmesi ve denemeye devam edilmesidir. İnsan potansiyelini konfor alanının dışına çıkarak anlayabilir.
Evrim açısından değerlendirildiğinde, bugün yaşamaktan hoşlanmadığımız ve kaçındığımız olumsuz duygular olmasa, canlılığı sürdürmek mümkün olmayabilirdi. Olumsuz duygular sadece varlığımızı sürdürmek açısından değil, aynı zamanda, kendimizi iyi hissetmemizi sağlamak için de önemli bir işleve sahip.
Kendinden emin olmak ve yaptıklarının doğruluğundan hiç şüphe duymamak iyi bir şey değildir. Tam tersine, kişinin kendisiyle ilgili biraz kuşku duyması, yaptıklarına eleştirel bir gözle bakması, olumsuz geribildirimler için çevresindekilere biraz fırsat vermesi iyi bir şeydir. Bunun sonucunda insan kendisini gerçekten geliştirebilir. Başarı kadar başarısızlığın da hayatın bir parçası olduğunu kabul eder. Başarısızlıkları nedeniyle başkalarını suçlamak yerine, başarısızlıklarından ders çıkartır ve başarısız olanlara karşı empati geliştirir.
Böyle bir insan hep iyi ve mutlu olmak zorunda olmadığını bilir. Hayattaki hüzün ve mutsuzlukların da yaşamın bir parçası olduğunu kabul eder. Böylece üzüldüğü ve kendini iyi hissetmediği için ayrıca mutsuz olmaz. Bunun için başkalarını suçlamaz. Üzüntü ve başarısızlığının tadını yalnız kalarak çıkartır ve imkân varsa bunları gelişim için fırsatlara çevirir. Bunun sonucunda da derinleşir ve bilgelik kazanır.
Bugün bu yazımda bana eşlik ediyorsanız kalbinize… o muhteşem hayat kılavuzunuza bakmanızı dilerim… Hatalar insan yaşamında kaçınılmaz. Bu bize neyi göstermektedir? Bu hayata parlamak için geldik, bu hayata yaşamak için geldik, bu hayata sadece “bize” özel olarak tasarlanmış bir yolu yürümek için geldik… O zaman elimizdeki kalbimize gömülü kılavuza kocaman kocaman sarılalım, bakalım bize neler söyleyecek… Yolumuz şimdiden açık olsun…
İyi Haftalar..
Sevgiyle Kalın…