Hani bizim oralarda “Dağ çalısız, köy delisiz olmaz” diye bir atasözü vardır ya… Köyün çalısı boldur. Eğrek Dağı, Çakır Tepesi, Boyalık ve kır araziler “çalı” diye tabir edilen makiliklerle doludur. Bizim kuşağın çocukluk dönemindeki delisi de 1930 – 1988 tarihleri arasında yaşayan “Çiçekli Delali”dir.
Delali, yedi-sekiz yaşlarında geçirdiği çiçek hastalığından kaynaklanan yüksek ateş sonucu havale geçirmiş, beyni zarar gördüğü için kalan ömrünü zihinsel özürlü olarak yaşamak zorunda kalmış, köyün gelmiş geçmiş en zararsız, en sempatik ve en çalışkan delisidir. Köyün en sempatik delisi dedik. Sempatik-kibar desek daha doğru olurdu. Çünkü her gün şapkasının kenarına, mevsimine göre gül, sümbül, zambak, tat, cennetsüpürgesi gibi bir demet çiçek takar, öyle çıkardı günlük mesaisine. Çalışırken bile yakışıklı görünmeye çalışırdı, kendisine deli diyen cümle âleme karşı.
Fakat biz çocuklar onun sempatikliğini suistimal eder, ona taş atar, el-kol hareketleri yaparak “kızdırır” (sinirlendirir) önünden kaçar, peşimize takılmasından ve önüne geleni saldırmasından pek hoşlanır, gün boyu onunla uğraşırdık. Ali sinirlenince, kendisine kimin sinirlendirdiğini bakmaz, karşısına ilk çıkanı tokatlar veya taş ile kovalardı. Bazen Küllükderesi’nde, çoğunlukla şimdiki Hoca Hafız Mustafa Şarbak’ın evinin olduğu yerdeki harmanlıkta, hayali pehlivanlarla peşrev yapar, güreş tutardı. Biz çocuklar ve köy halkı cinlerle güreştiğini söylerdik. Hatta onu cinlerin yönettiğini ve cinlerle evli olduğuna bile söyleyenler vardı.
Küçük yaşta öksüz kaldığı için o, üvey babası Kiriş’in yanında büyümüş, daha sonra amcası Abdullah Ebçi’nin yanında yaşamıştı. Dış dünya ile çok zayıf ilişki kurabilirdi. Kendi dünyasında, kendi başına yalnız yaşardı. Sabah evinden çıkar, akşama kadar sokaklarda özellikle de Küllükderesi’ndeki çayın sürüklediği taşları toplar, bir yerden diğer yere aktarır dururdu. Hiç boş durmaz akşama kadar çalışırdı.
“Peygamber Efendimiz yanındakilerle birlikte nereye giderse gitsin rastladığı kişilere selâm verir, sohbet edermiş. Bir gün yine yanındakilerle bir istikamette yol alırken rastladığı bir kişiye selâm vermeden geçip gitmiş. Dönüşte ise aynı kişiye selâm verme gereği duymuş. Sormuşlar; “Ya Resulallah, biz anlayamadık; giderken selâm vermedin; bu adama ne oldu da dönüşte selâm verdin?” Peygamber Efendimiz cevaben “Giderken bu kişi boş boş oturuyordu ve zaman öldürüyordu, bu sebeple selâm vermedim. Dönüşte ise elinde sopa gibi bir şeyle yeri eşeleyip bir şeyler yapmaya çalışırken gördüm bu sebeple selâm verdim... “ diye karşılık vermiş.
Deli Ali, Peygamber Efendimizin yukarıda anlatılan çalışma husundaki hadisini biliyor olmalı ki boş durmaz, devamlı çalışırdı. Mutlaka bir şeylerle meşgul olurdu.
Genelde Küllük Deresi’nde çalışırdı. Şimdiki belediye deposunun olduğu yerde, Oluk’tan sonra köyün ikinci çeşmesi vardı. Bu çeşmenin üstündeki yüksekçe yere çıkar, ezan okurdu. Bazen bir siyasi parti lideri gibi siyasi konuşmalar yapar, bazen bilgece laflar eder, bazen da “yamır yacek, yamır yacek” (yağmur yağacak) diyerek kendince hava tahmin raporları sunardı. İlginç olan, yağmur yağacağını söylediği gün, havada bulut olmasa dahi mutlaka yağmur yağardı. Kudretsizlerin Emine teyze, (Kerem) İbrahim Şarbak ve köyden daha başka kişilerin öleceklerini söyledikten birkaç gün sonra öldükleri sıklıkla söylenirdi.
Beslenmesinden köy halkı ve pazar esnafı sorumluydu. Ne zaman karnı acıktı, kimin evinin kapısını çaldıysa o ev sahibi, Ali’nin karnını doyururdu. Ne canı istediyse, onu satan esnafın dükkânı veya sergisinin önüne demir atardı. Dükkân sahibi veya pazar esnafı da ne istedi ise onları bir poşetin içerisine doldurur, eline verirdi. İstediği şeyi vermeyen pazar esnafının, o gün bir şey satamadığı, şefte (siftah) bile etmeden sergisini toplayıp gittiği söylenirdi.
Üvey babası Kiriş, çevre köylerde ayakkabı satarak geçimini sağlayan küçük bir esnaftır. Gene bir gün Kiriş, ayakkabı satmak için Acıpayam ilçesinin Akalan kasabasına gider ve kalp krizi geçirerek orada ölür. Fakat onun bu ölüm haberi köye gelmeden iki saat kadar önce Ali’nin “Kiriş öldü, Kiriş öldü” diye sokaklarda dolaştığını, onun ölümünü bağırarak söylediğini şahit olan birçok köylüden dinlemişimdir. Köyden Hacca gidenlerden bazı hacıların, Ali’yi Kâbe-i Muazzama’da tavaf ederken dahi görenlerin olduğu rivayet edilirdi.
Delilik ile velilik arasında çok ince bir çizgi olduğu söylenir. “Çizginin bu tarafına veli öbür tarafına geçersen deli olursun” derler. İşte bizim Deli Ali de böyle birisidir. Bazen çizginin bu tarafına geçer deli olur, bazen de öbür tarafına geçer veli, ermiş olurdu.
Aşağıda Ali hakkında yaşanmış hikâyelerden birisi anlatılmaktadır. Yukarıda Ali hakkında anlattıklarınız ışığında, Deli Ali’nin köye nasıl geldiğini sizin karar vermenizi istiyorum.
DELİ ALİ KÖYE NASIL GELDİ?
Çorapçı Mehmet Kalkınç’ın evi, Çarşı Camisi’nin bitişiğindedir. Mehmet Kalkınç’ın evi ile Hal Kahvesi arası yetmiş metre kadardır. Olay 1970’li yılların başında, henüz motorlu taşıtların yaygınlaşmadığı yıllarda yaşanmıştır. O yıllarda Mehmet Kalkınç’ın BMV marka bir motosikleti vardır. Bununla köylerde alışveriş yapmaktadır.
Mehmet Kalkınç, yağmurlu bir günde, köylerdeki alışverişini bitirmiş, köye dönmektedir. Bahçeköy mezarlığından az geçince Deli Ali, yaya olarak Bahçeköy tarafından Nikfer’e gelmektedir. Önce Mehmet Kalkınç, Ali’yi motosikletin sepetine bindirerek köye götürmeye düşünmüş. Fakat daha sonra “Bu yağmurlu havada motosikleti çamurda kaydırır ve Ali’nin yaralanmasına sebep olurum” köylünün dilinden kurtulamam düşüncesiyle motosikletine bindirip, köye getirmemiş.
Yağmur bardaktan boşanırcasına şiddetli yağmaktadır. Mehmet Kalkınç son sürat köye gelir. Motosikletini hemen evinin kapısından içeriye sokar, hem sıcak bir çay içmek hem de ısınmak ve ıslanan elbiselerini kurutmak için Hal Kahvesi’ne koşar. Kahvenin kapısını açmak için hamle yapınca, Ali kapıyı açar ve kahveden içeri girer.
Mehmet Kalkınç hayretler içerisinde kalır. Çünkü yolda gelirken hiçbir yerde durmamıştır. Yağmurdan ıslanmamak için de son sürat köye gelmiştir. Üstelik o motosikleti evine koyup kahveye gelinceye kadar herhangi bir araç da Çarşı Meydanı’ndan geçmemiştir. Geçse mutlaka onun görmesi lazımdır. O halde Ali, yaklaşık olarak beş kilometrelik yolu bu kadar kısa zamanda nasıl yürümüştür ve Mehmet Kalkınç’tan önce gelebilmiştir.