Şair Mithat Cemal Kuntay bir şiirinde:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
diyerek vatanı tarif etmiştir.
Evet, şairin de dediği gibi vatan, uğrunda mücadele ettiğimiz, sahip olmak ve elimizde tutmak için zaman zaman kanımızı ve canımızı verdiğimiz kutsal mülkümüzdür. İşte Türkler Anadolu’yu alelade arazi parçasıyken 1071’de kan dökerek ve can vererek vatan yapmıştır. Bu aziz vatanı yine Doksanüç Harbi (1877), Balkan Savaşları (1912-1913), Sarıkamış Harekatı (1914-1915), Çanakkale Savaşları (1915-1916) ve son olarak da Kurtuluş Savaşı’nda (1919-1922) kanını dökerek ve canını vererek korumuş ve kutsal vatanını elinde tutmayı başarmıştır.
İşte vatanı kutsallaştıran savaşlardan birisi de Çanakkale Savaşlarıdır. Çanakkale savaşlarında şehit, yaralı, kayıp olmak üzere 250 bin vatan evladı kanı ve canını vererek bu toprakların Türk Milleti’nin kutsal ve ebedi vatanı olduğunu bütün cihana ilan etmiştir.
250 bin sadece bir sayıdır. Sayılar şehit olmaz, kayıp olmaz, yaralanmaz, hissetmez, acı duymaz, ağlamaz, üzülmez… Şehitleri sayılarla anlatmaya çalışınca matematiksel bir değeri olur, o kadar. Ancak Şehit Ali, Ayşe’nin yavuklusu, umudu, hayalleri ve yolunu gözlediği kıymetlisi ise kıyamet kopmuştur.
Şehit Hüseyin, Fatma teyzenin kınalı kuzusu, biricik yavrusu ise dünya başına yıkılmıştır. Şehitlerin babalar, çocukları, bacılar ve kardeşleri için acıların tarifi yoktur. Yani bir şeyin hikâyesi yoksa yok hükmündedir. Çanakkale Zaferi’ni bizden sonraki kuşaklara aktarabilmemiz için herkes kendi üzerine düşeni yapmalıdır. Bilim adamları bilimsel araştırmalar yapmalı; edebiyatçılar hikaye, roman ve destan yazmalı; ressamlar tasvirlerini yapmalıdır.
Bu anlamda Gökgöz İbrahim, Çanakkale Savaşı’nda şehit olmuştur. Köy muhtarı Ali, Şehit İbrahim’in dört çocuklu dul eşi Ayşe’nin evine gider, şehit aylığı bağlanması için ilgili evrakları imzalamasını ister. Şehit eşi Ayşe, geçimini sağlamak için o paraya şiddetle ihtiyacı olduğu halde, “Devletin bu parayı kendisinden daha çok ihtiyacı olduğu ve o parada tüyü bitmedik yetim hakkı bulunduğunu” söyleyerek, kabul etmemiştir.
Şehidi “kelle” diyen ve “üç-beş Mehmet öldü diye Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanmaz” diyen zihniyet, şehitleri; parmak hesabıyla sayılardan oluşan bir matematiksel işlem olarak algılamaktadır. Bundan dolayı en küçük bir üzüntü duymadığı, acı hissetmediği anlaşılmaktadır. Eğer birisi “acı duyabiliyorsa canlı, başkasının acısını duyabiliyorsa insandır” değilse insan bile değildir.
Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy, İstiklâl Marşı’nda şehitlerimize saygı duymamızı:
“Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!
Düşün, altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyaları alsan da bu Cennet vatanı.”
diyerek vatanın bir toprak parçası olmadığı, şehitlerin de rakamlarla ifade edilen sayı olmadığını veciz sözlerle ifade etmiştir.
Bütün bunlardan sonra; bizi şefkatli bir ana kucağı gibi bağrına basan bu vatan topraklarını düşmanlara çiğnetmemek, ay-yıldızlı al bayrağımızı ebediyen göklerde dalgalandırmak, gökkubbeyi çınlatan ezan sesini kesmemek, toprağın altında binlerce kefensiz yatanı rahatsız etmemek, üstünde yaşayanları da zillete ve esarete düşürmemek için, nefisleri Allah’ın verdiği her nimete tatmadan, bedenleri ölümü tadan, sevdiği ile bir ömür boyu aynı yastığa baş koymadan bu vatan için musalla taşına baş koyan şehitlerimiz, bu toprağın yetiştirdiği en önemli insanlardır.