Hayatımızdan her gün bir şeyler silinip gidiyor. Sevdiklerimizi kaybetmenin acısını içimizde biriktiriyoruz. Bazen dayanılmaz acılara gark oluyor insan, bazen gelip geçici hüzünlerle savrulup gidiyor.
Duygusuzlara ve çapsızlara inat, ben bu bayramda yine çok üşüyorum! Biliyorum, bana yine kızacaksın: “Bıkmadın mı sen, bu işlerle uğraşmaktan?” deyip kaşlarını çatacaksın. Ben ezik ve mahcup, bir kenarda boynumu büküp sessizce ağlayacağım. Sen gideli 15 yıl olmuş baba! Ağustosun 15’i içimin yandığı gündür; Ağustosun 15’i babasını kaybeden çocukların yalnızlıkta üşüdükleri gündür.
Senin peşinden arkadaşların ve yarenlerin de çekip gittiler: Mehmet Çavuş, Karakuzu Mehmet, Şekerci Halil, Vezirlerin Nuri, Sarı Hafızların Mehmet, Sarotçu Şükrü, Muratların Bekir dayım, Halatçı Mehmet, Foto Vezir, Ethem Ağa (Karan), Camcı Hasan, Muhtar Hüseyin, Gafur Hoca, dünürlerin Necati Avşar, Kâmil Özcan ve en son Topal Raşit… Kardeşlerin durur mu, onlar da bu kervana katıldılar: M. Emin, Avni, Cennet… Bizim duamız; makamlarınız Cennet olur inşallah.
Çürümüşlük ve kokuşmuşluk üzerine yuvarlanıp giden bu sefil dünyada, çarpık insan ilişkilerinin canımı yakan fütursuzluklarıyla karşılaştığımda, “Babam haklıymış!..” demekten kendimi alamıyorum. Bazen bu söz günlerce kulaklarımda yankılanıp duruyor. Yalan, dolan, haram, fitne, fesat ve riyadan nefes alamaz duruma geldik. Dürüstlüğünü kaybetmiş insan manzaraları beni derinden sarsıyor ve iliklerime kadar üşütüyor! Bu düzenbazlık, hilekârlık, haram tanımazlık ve kendini beğenmişlik insanlığı felakete sürüklüyor. “Eyvah! Zor olacak bu devrin hesabı zor!” diyerek kendi yalnızlığıma yanıp yakılıyorum.
“Elimin parmakları kadar gerçek dostum olmadı.” diyen babamı, bugünün hoyratlığını yaşadıkça daha iyi anlıyorum. İnsanların mala, mülke, paraya, makama ve şöhrete itibar ettiklerini söyler dururdu rahmetli. Meğer babam ne kadar haklıymış! Hani şairin dediği gibi:
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Gözlerimin önünden çocukluğum gelip geçiyor. Kireç kokulu, tek katlı ahşap evimizin toprakla sıvanmış ocağında çıtırdayan meşe palamuduna besmeleyle vurulmuş isli “haranılarında” (toprak tencerelerde) ne bereketli yemekler pişerdi. Sokaklar çamurluydu, sular düzenli akmazdı. Söz namustu, borçlar mutlaka ödenirdi. “Babamın selamı var” deyince, bütün kapılar açılır, istekler yerine getirilirdi. Hatır gönül gözetilir, insanlar hoşnut edilirdi. İnsanlar fakirdi; ama adamlar dürüsttü. Aileler mutlu, toplum huzurluydu. Çocuklara bazen bayramlık alınır bazen alınmazdı. Bizim kurbanı “üç Mehmetler” keserdi. Biri tekbir getirip duayı okur, biri kurbanı keser, öteki de yüzerdi. Hepsi rahmet-i rahmana kavuştu. Her bayram sabahında içimiz bir başka ulvilikle dolup taşardı. Ya şimdi?..
İşte yine bir Kurban Bayramı geliyor. Sen yoksun baba, kurbanı kesecek “üç Mehmetler” yok. Bayram sabahlarının, el öpmelerin, konu-komşu, hısım akraba ziyaretlerinin, dostluğun, arkadaşlığın, samimiyetin, itimadın ve paylaşmanın o eski tadı yok! Duygusuzlara ve çapsızlara inat, ben bu bayramda yine çok üşüyorum baba! Sen gideli 15 yıl olmuş. Ağustosun 15’i içimin yandığı gündür; Ağustosun 15’i babasını kaybeden çocukların yalnızlıkta üşüdükleri gündür.
Duygunun, muhabbetin, kardeşliğin, dostluğun, merhametin ve insafın kaybolduğu bir dünyada:
Beni kimsecikler okşamaz madem
Öp beni alnımdan sen öp seccadem
Geçmişe rahmet olsun. Analarınız, babalarınız hayatta ise, kıymetini bilin; rahmet-i rahmana kavuştularsa, gidip ziyaret edin! “Baba ben geldim!” deyin; ellerinden öpün. İşte o zaman, siz de üşüdüğünüzü hissedeceksiniz.
Kurban Bayramınızı en içten dileklerimle kutlarım. Hoşça kalın.