24 Haziran seçimleri kazasız belasız sonuçlandı. Milletvekilleri ve Cumhurbaşkanının yemin merasiminin ardından yeni kabine açıklandı. Fiilen devreye giren Başkanlık sisteminin devlet ve milletimize hayırlar getirmesini dilerim.
Seçim öncesindeki gerginlik ve küskünlüklerin artık sona ermesi gerekir. Cumhurbaşkanının yemin merasiminde muhalefetin “ayağa kalkmama” eylemini doğru bulmadığımı ifade etmek isterim. Bugünden itibaren herkes birbirini kucaklayıp Türkiye’nin yeni ufuklara yelken açmasına katkı sağlamalıdır. Keşke muhalefet, millî birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde, siyaseten reaksiyoner olmayı değil de aksiyoner olmayı seçseydi, ne kaybederdi?
Seçimde farklı partilere oy vermiş olabilirsiniz. Tahminleriniz, beklentileriniz gerçekleşmiş, desteklediğiniz siyasî partiler iktidar olmuş ya da seçim sonuçları sizi derin bir hüsrana uğratmış olabilir. Hatta seçim esnasında karşılıklı hakaretlerle gönülleri tarumar etmiş de olabilirsiniz. Yaralar derin, mesafeler uzamış da olabilir. Nedir bu öfke, nedir bu kin? Nereye varacaksınız bu siyasî husumetle?
Toplumun geneli siyasî çekişmelerden uzak duruyor. Sandığa gidip oyunu veriyor; gerisine pek karışmıyor. Fakat buna karşılık politize olmuş gruplar derin bir öfke nöbeti içinde toplumu sürekli germeye çalışıyorlar. Yapmayın Allah aşkına, bizim toplumsal barışa ihtiyacımız var; siyasî gerginliğe değil! Dolayısıyla bu tür siyasî kamplaşmalardan uzak durmak gerekir. Herkes birbiriyle kucaklaşmalı, birbirini affetmelidir. Başka ne çıkar yolumuz olabilir ki?
Öfkenize yenik düşüp “Olmaz öyle şey!” demeyin. Bunu başarmak zorundayız. Çocuklarımıza bırakacağımız dünyanın huzur ve güvenliği, yaşadığımız bu cennet vatanın “cehenneme” dönmemesi için, politik öfkelerin kontrol altına alınması gerekmektedir.
Siz hiç öfkeyle harmanlanmış bir mutluluk ya da nefret üzerine bina edilmiş bir medeniyet gördünüz mü?
Yaşı müsait olanlar hatırlayacaktır. 12 Eylül öncesindeki politik gerginliklerden kim ne fayda gördü ki? Toplum, her akşam televizyonda Ecevit ile Demirel’in atışmalarını izliyordu. 12 Eylül sonrasında ise Özal ile Demirel; daha sonra Tansu Çiller ile Mesut Yılmaz kavgalarından geriye ne kaldı ki?
Politik husumetin ıstırabını en çok bizim nesil çekti. Ne yazık ki bedelini de çok ağır ödedi. Sokaklarda birbirine öldüresiye saldıran insanlar; 12 Eylül sonrasında “biz neden dövüştük?” diye sormaya başlamışlardı. Bu durum bir nedamet duygusundan çok, aldatılmışlık travması yaşayan kitlelerin 12 Eylül sonrasındaki politik hezeyanlarıydı. Aynı politik hezeyanı, Sovyetlerin yıkılmasından sonra “solcular” da yaşamıştı.
Türkiye’de solun paramparça oluşu sürpriz değildir; çünkü fikrî çatışma içinde olan solun fraksiyonel bir yapısı vardır. Dolayısıyla CHP’nin açmazları İnce- Kılıçdaroğlu kavgasında değil, fikrî alt yapının çatışmalarında aranmalıdır.
Muhsin Yazıcıoğlu, MHP’den ayrılıp gittiğinde Ülkücüler üzülmüştü. Daha sonraki yıllarda birçok Ülkücünün “keşke gitmeseydi.” dediğine siz de şahitlik etmişsinizdir. Ülkücüler siyasî olarak Muhsin Yazıcıoğlu’na destek vermediler; fakat onu uzaktan izleyip gönülden desteklemeyi de ihmal etmediler.
Şimdi de MHP ile İyi Parti arasında kavga başladı. Bu ayrılık fikrî değil, tamamen siyasîdir. Nitekim buna benzer ayrılıklar, Türk siyasî hayatında hep olagelmiştir: CHP’nin içinden Demokrat Parti’nin doğuşu; sonraki yıllarda DP’den ayrılan Osman Bölükbaşı’nın kurduğu Millet Partisi’nin siyasî vitrinde boy göstermesi; Adalet Partisi içinde “Demirel muhalifi” olarak ortaya çıkan Bozbeyli Hareketi ve Demokratik Parti’nin bir dönem hüküm sürmesi, CHP’den ayrılan Ecevit’in DSP’yi kurması, İsmet Paşa’nın Özel Kalem Müdürü Necdet Calp’in 12 Eylül sonrasında SHP’yi kurması bu örneklerden sadece birkaçıdır.
Taliplisi çok olunca, saltanatın kavgası da çok olur. Kanunî Sultan Süleyman ne güzel söylemiş:
Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır
Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi