Birkaç günden beri yazmakla yazmamak arasında gidip geliyorum. İçimden bir ses “biraz bekle” diyor. “Henüz duygusallığını atmış değilsin.” İçimdeki bir başka ses itiraz ediyor: “Yazmazsan vefasızlık olur. Hakkınız, hukukunuz var.” Karmaşık duygular içinde bir o yana bir bu yana sendeleyip duruyorum. Ve çığlık gibi bir ses çınlatıyor ortalığı: “Yok be dünya adaletin yok senin!”
Bu ses, geçen hafta kaybettiğimiz Ozan Arif’in sesidir! Sayfalarca anlatılabilecek çetrefilli bir konuyu en vurucu şekilde, iki mısrada anlatabilen gür sesli bir ozanın sesidir! Bu ses, korkulardan azade, Türk milliyetçilerinin sesidir.
Ozan’ın karşı köyden çocukluk arkadaşı Ali ağabey, telefonun öbür yüzünde titreyen sesiyle: “Ölüm Allah’ın emri, hiçbir itirazımız olamaz. Lakin Türk milliyetçilerinin sesi kısıldı!” diyor.
Sahiden
“Kim söyleyecek türküsünü bundan böyle
Ötükenli atların, Deligünlü Noyanların?
Buz tutmuşken kavga zincirli bileklerde
Kim paylaşacak acısını dolunayın
Bu Uygur yağısı göklerde?”
Ozan Arif, 1991 yılının sonunda sürgünden memlekete döndüğü zaman, onu Giresun-Alucra’nın Hapu Köyü’nde biz karşılamıştık. Tarihe şahitlik ettiğim Hapu (Yükselen) Köyü’nde Ozan’la ilk röportajı yapan ben idim. Bunları Hizmet gazetesinde “Fırtınalı Gecelerde Gergef Dokunmaz” başlığı altında yayımlamıştım. Sonraki yıllarda Erciyes kurultayları, Çorum, Denizli muhabbetleri ve telefonda sürüp giden “ağabey-kardeş” yarenliği… Hepsinden ötesi tabii ki gönül birlikteliği… Bunları daha önce yazdığım için burada tekrarlamayacağım.
Ozan, milliyetçi davaya gönül verdiği günden beri, Türkeş’ten özel ilgi gördü. O, liderin iltifat ettiği “Ülkücü hareketin ozanı” olmanın gurur ve ayrıcalığını yıllarca taşıdı. Türkeş’in “manevî oğlum” dediği Ozan’a Ülkücü teşkilatlar da büyük itibar gösterdi. Ta ki Türkeş’in ölümüne kadar…
1997’de Türkeş’in vefatıyla Türkiye’de siyasî dengeler bozuldu. Buna bağlı olarak Ülkücülerin içinde de gruplaşmalar başladı. 1999 sonrasındaki hükümet ortaklığı, terörist başı Apo’nun idam edilememesi, genel affa karşı çıkan Mersin Milletvekili (rahmetli) Ali Güngör’ün ihracı, beklentilerin karşılanamaması gibi olumsuzluklar, yüz binlerce Ülkücü gibi Ozan Arif’i de çileden çıkardı. 18 Nisan 2001 tarihli o meşhur
“Sevdamı İstiyorum” şiirini söyledi:
Söyleyin onlara bu iş olmadı.
Bu millet bu işten memnun kalmadı.
Hele Ülkücünün aklı almadı
Ya benim sevdamı geri versinler
Ya da adam gibi bir iş görsünler.
Sonrası malum, kıyamet koptu. Ozan Arif ömrünü verdiği Ülkücü camiadan uzaklaştırıldı. Konserlerine ipotek kondu, Erciyes kurultaylarına sokulmadı, Ülkücülerin gecelerine alınmadı, Avrupa’daki Türk Federasyonlarıyla bağlantısı kesildi. Adeta ikinci sürgün hayatını yaşamaya başladı. Bu sefer öz vatanında, kendi mekânında, kendi teşkilatlarından sürgün edilmişti. Çok ağır şiirler söyledi, hicivler yazdı. Yazdıkları “doğruydu, yanlıştı” onları burada tartışmak istemem. Ama Ozan’da bir gönül kırgınlığı, bir gönül sürgünlüğü başlamıştı.
Şairler duygularını en üst düzeyde yaşayan insanlardır. Onların öfkelerini bastırmak kitlelerin taşkınlığını bastırmaktan daha zordur. Hele karşınızda Ozan Arif gibi güçlü bir hiciv şairi varsa… Nitekim Ozan Arif etrafını kuşatan bu prangaları ozanlık kudretiyle kırmak istiyor, her seferinde daha çok hiddetleniyor, daha ağır şeyler söylüyordu. Ta ki 2016’da gırtlak kanserine yakalandığı güne kadar… Başarılı bir ameliyat sonrasında, kemoterapi gördüğü dönemde Türkeş’in mezarını ziyaret etmek istedi. Kim bilir belki de Türkeş ile helalleşmek istemişti.
Haklı kim haksız kim elemeyenler
“Ozan’ın işi ne?” bilemeyenler
.......dan necaseti silemeyenler
Beni bu davadan silmek istiyor
diye sitem ediyordu. Olmadı, müsaade edilmedi, ömrünü verdiği gençlik tarafından Türkeş’in mezarı başında tartaklandı!
Ağır hastalık döneminde duygu çöküntüsü yaşayanlar, genel sağlıklarını çok çabuk yitirirler. Ne yazık ki, bu son üzüntünün o illeti bir kere daha tetiklediği söyleniyor. Sonra İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raci'un emr-i ilahisi gerçekti. Bir yiğit adam, hatasıyla sevabıyla bu dünyadan Hakk’a yürüyüp gitti.
Keşke bunların hiçbiri yaşanmasaydı. Keşke bu dava ve gönül adamı gönül sürgünü ile son nefesini vermesiydi. Hani derler ya “Açmadığın dalda sözün geçer mi? Dünyada ölümden başkası yalan!” Rahmet dileklerimle.