Türkiye'de son yarım asırdan beri sanayi canlansın, fabrikalar mal üretsin, patronlar para kazansın, işsizlere istihdam sağlansın diye çevrenin kirletilmesine, ormanların tahrip edilmesine, tarım arazilerinin çoraklaşmasına, fabrika bacalarının filtresiz çalışmasına, arıtma tesisi kurmak istemeyen patronların umursamazlığına bilerek göz yumulmadı mı? Sokakları, şehirleri, nehirleri ve denizleri biz değil de yabancılar mı kirletti?
Önce kendimize olan saygımızı yitirdik sonra eş-dost, hısım-akraba, kardeş-arkadaş ne varsa unutup egomuzu tavaf etmeye başladık. Para kazanma hırsıyla bütün insanî değerlerimizi birer ikişer yitirirken bu durumdan hiç de rahatsızlık duymadık.
Yıllar önce "serbest piyasa ekonomisi" yanlış anlaşılınca iş vurgunculuğa döndürülmüş ve her şey mübah görülmeye başlanmıştı. Bunun sonucunda "ticaret hayali, tüccar hayalet" gibi dolaşmıştı.
Helal ile haram, hak ile haksızlık, liyakat ile kifayetsizlik, adalet ile zulüm yer değiştirirken birçoğunun kılı bile kıpırdamadı. "Bizim takımdan, bizim partiden, bizim gruptan" diye haksızlığı, hırsızlığı, torpili, iltiması, kaçak yapıyı, rantiyeyi görmezlikten gelen, hatta "bildikleri birşey vardır" deyip bu nahoşlukları onaylayan şartlanmış kafalar çıktı. Küçük menfaatler için şakşakçılığı "sadakat" diye pazarlamaya kalkışanhokkabazlar ve yalakalar türedi.
Bütün bunlara ilaveten görevden alınma korkusuyla haksızlık karşısında sesini çıkar(a)mayan "kapalı liyakat" ehli bürokrasimiz de devlet ricalinde bir başka yara olarak durmaktaktadır.
"Aklın kadar konuş, bilgin konuş" demek varken küstah küstah "paran kadar konuş, itibarın kadar konuş!" demeyi maharet bilen kasaba ukalalığı hem ticarete hem siyasete hükmetmeye başladı.
Ne acıdır ki maddi kirlenme ile birlikte düşünce ve iç dünyamız da kirlendi. Sokaklarımız, meydanlarımız, şehirlerimiz kirlenirken ahlâkımız, inancımız, ticaretimiz, siyasetimiz de kirlendi. Bugün merhametsiz, duygusuz, kural tanımaz bir "z kuşağı" karşısında ezilip büzülen ebeveynler, çocukları ahlâkî değerlerini ve inancını kaybedip modernizme, ateizme, deizme savrulurken kendilerini bundan hiç sorumlu tutmadılar. Modernitenin içine gizlenmiş tuzakları göremedikleri gibi çocuklarını çağdaş kölelelikten ve deizm furyasından da kurtaramadılar!
Çünkü hanelere haram girdi, sokaklara fitne!.. Namus iflas edince ahlâk çözüldü. Eskinin yaren meclislerinden gönülleri hoş eden ne dostluk kaldı ne muhabbet... Şehirler, asık suratlı insanların yaşadığı koskocaman gecekondu mahallelerine dönüştü.
Değer yargıları alt üst olmuş toplumlarda "kutsal"ın istismar edilmesi yadırganacak bir durum değildir. Kimi dini sömürdü kimi milliyeti... Kimi insan haklarından bahsetti kimi işçi hakları (!) diye bağırdı fakat sigorta primlerini yatırmadı. Kimi devletten trilyonlarca vergi kaçırdı kimi fukaranın ekmeğini çalmak için bin bir türlü şaklabanlık yaptı. Görgüsüzlükte sınır tanımayan, debdebeli, şamatalı hayatlarıyla mukallitlikte sirk maymunlarını geçen muhafazakâr zenginler, çocuklarına yabancı dil, matemetik, fizik, kimya, tarih, coğrafya, edebiyat ve teoloji öğrettiler ama edep ve hak kavramını öğretemediler!
Kimse toplumsal konularda sorumluluk üstlenmeye yanaşmayınca sorunlar hep halının altına süpürüldü. Vebalin ağırlığından kurtulmak isteyen muhafazakârlar, kronikleşmiş problemlerle mücadele etmek yerine tövbe ferahlığı ile vicdanlarını rahatlatmayı tercih ettiler. Böylece hem kendilerini hem umut bağladıkları geleceği göz göre göre mahvettiler.
Bugün
● Kafalar sürmelaj,
● Gerçekler kamuflaj,
● Değerler patinaj,
● Nehirler pislik, denizler müsilaj olduysa buna şaşmak gerekir.
Oysa insanoğlunun görmezlikten geldiği ilahî bir hakikat var:
"İnsanların elleriyle yaptıklarından dolayı, karada ve denizde bozgunculuk çıkmıştır. Nihayet Allah, onların yaptığı kusurların bir kısmını onlara tattırır ki, dönüş yapsınlar." (Rum Suresi, 41)
Kur’ânî bir ifade ile bitirelim: "Hâlâ akletmeyecek misiniz?"
Öğr. Gör. Yaşar ÖZTÜRK