Bugün sizlere, ülkemizin Güneydoğu gerçeğinden ibretlik bir kahramanlık hikâyesi takdim edeceğim. Hikâyesini bizimle paylaşan arkadaşım Arman BOZKURT’a teşekkürler ediyorum. Son yıllarda şehit cenazelerini kanıksamaya başlayan toplumumuzun bu kahramanlık hikâyelerinden ibret alması dileğiyle…
Güneydoğu'nun küçük bir ilçesinde görev yapan bir hâkim, lojmanın balkonundan görünen karakolun bir gecesini şöyle anlatır:
“Lojmandan karakol görünürdü. Yaklaşık bir aydan beri, bütün istihbarat kaynaklarından karakolun basılacağı haberleri geliyordu. Üstelik baskının şimdiye kadar yapılanlardan çok daha şiddetli olacağı söyleniyordu.
Yakın birliklerden timler getirildi, karakolun etrafına mayınlar döşendi, ağır silahlarla takviyeler yapıldı ve baskın beklenmeye başlandı. "En son gelen istihbaratta baskının saati ve baskına katılacak terörist sayısı bile veriliyordu. Saat:22.10 deniliyordu. Karakol o gün basılmadı.
Bir gün sonra, bildirilen saatte yaylım ateşiyle cehennem başladı. Lojmanda tam siper halindeydik. Daire haline gelmiş teröristlerin, gecenin karanlığında silahları ateşlediklerini görüyordum. Karakol, havan ve roket mermilerinin patladığı yerdeydi. Tam anlamıyla karakolu çember içine almışlardı. Gecenin karanlığında, lojmandan ayrılıp doğruca Jandarma binasına gittik. Karakolun merkezi, telsizle sürekli timlerden durumlarını bildirmelerini istiyor; dış emniyette bulunan timler de bu çağrılara cevap veriyorlardı. Timler, havan ve uçaksavar ateşi desteği istedikleri yerleri tarif ediyorlardı.
Bir süre sonra telsiz konuşmaları, timlerden birinin üzerine yoğunlaştı. Timden bir türlü cevap alınamıyordu. Üst üste, defalarca çağrı yapılıyor; ancak bir türlü timle irtibata geçilemiyordu. Konuşmaları takip eden askerler timden ümitlerini kesmişlerdi. Ama bir yandan da çağrılar devam ediyordu. Bir saat kadar sonra, telsizden bitkin bir ses duyuldu:
“Yaralılarım var, yaralılarımı alın.”
Tüylerimiz diken diken olmuştu. Hemen cevap verildi.
“Tamam, Suat 3, sakin olun, az sonra birlik çıkacak.”
İlk yaralı haberi, saatlerdir aranan o timden gelmişti. Tim komutanı konuşurken arkadan silah sesleri duyuluyordu. Herkes bu sözler üzerine yorum yapmaya başladı. Telsizin başındaki tim komutanlarından biri, “Eminim, bu timde şehit var.” diyordu. Merkezden tekrar çağrı yapıldı.
"Suat 3, irtibatı kesme. Sakin olun!"
Cevapta bir değişiklik olmadı:
"Yaralılarım var. Kan kaybediyorlar. Yaralılarımı alın!"
Ve tam bir buçuk saat, beşer dakika arayla “Suat 3” kodlu timle muhabere aynen bu sözlerle sürdü: "Yaralılarımı alın." "Sakin olun, geliyoruz.”
Hepimiz o time kimsenin yardım edemeyeceğini çok iyi biliyorduk. Teröristler, karakola mermi yağdırıyorlardı. Bırakın karakolun dışına çıkmayı, kimsenin mevzi değiştirebilecek fırsatı dahi yoktu. Bir süre sonra, Suat 'ın telsizinden hırs dolu şu kelimeler duyuldu:
“Hemen gelip yaralılarımı almazsanız, karakola dönüp bölüğü tarayacağım.”
Hepimiz şok olmuştuk. Tabur komutanı hemen devreye girdi ve tim komutanına sakin olma çağrısı yaptı. Ama işe yaramıyordu. Tim komutanı: "Yaralılarımı alın!" diye diretiyordu. Tabur komutanının telsizi bırakmasıyla, tim komutanından bir saat kadar ses çıkmadı. Birer dakika arayla yapılan yoğun çağrılara cevap vermedi. Hepimiz tim komutanının da şehit olduğunu düşünüyorduk.
İçimiz burkuluyor, başımız dönüyor, tanık olduğumuz bu zaman diliminden nefret ediyorduk.
Telsizin başına tim komutanının okuldan devre arkadaşı geldi. Son bir ümitle eline mikrofonu alıp, cevap beklemeden, telsizin kodlarını da kullanmadan, konuşmaya başladı:
"Devrem, ben Hüseyin. Geçmiş olsun devrem. Biraz daha dayan olur mu? Bak destek timleri yola çıktı. Sana doğru geliyorlar. Devrem, aman pes etme, olur mu?"
Telsizin mandalını bırakıp beklemeye başladı. Hepimiz, duvara monteli telsiz cihazının hoparlör kısmına gözlerimizi dikmiş bekliyorduk. Ve karşıdaki tim konuştu:
"Devrem, bölük komutanı nerde?"
Hepimiz derin bir "Oh!" çektik. Telsizden:
"İzinde devrem" yanıtı verildi. Suat 3, artık tükenen bir sesle konuşmayı sürdürdü:
"Ne olur, yaralılarımı alın. Ben de yaralıyım. "
O ana kadar kendisinin yaralı olduğunu söylememişti. Hepimiz donup kalmıştık. Telsizin başındaki devre arkadaşı bu sözler üzerine mikrofonu fırlattı ve odadan çıkıp gitti. Ben kapının hemen eşiğinde ayakta duruyor, duyduklarımla, gördüklerimle bir tarihe tanıklık ediyordum.
"Ben de yaralıyım." dedikten sonra, ses yine kesildi. Sabaha kadar hiç konuşmadı. Yüzlerce kez yapılan çağrılara cevap vermedi. Artık onun da şehit olduğuna inanmaya başlamıştık. Gün ağarırken hepimiz yorgun düşmüş, telsizden yapılan "Suat 3, Konuşan Suat, cevap ver!" çağrısının perişanlığıyla bir köşede yığılıp kalmışken, birden telsizin mandalına basıldığını fark ettik. Telsizden silah sesleri geliyordu. 10–15 beş saniye sonra, hayatım boyunca unutamayacağım bir İstiklal Marşı dinlemeye başladım. Mandala sürekli basıldığı için bütün telsizlerin konuşma imkânı durmuştu. Çatışma altında, yaralı bir tim komutanının, makamıyla söylediği İstiklal Marşı’nı dinliyorduk. Gözlerimiz dolmuştu. O ana kadar duyduğum en güzel İstiklal Marş’ıydı. Birinci dörtlüğü bitirdi. İkinci dörtlükte sesi çatallaştı, kelimeler uzadı; ama marşı söylemeyi bırakmadı. Bozuk bir ses tonuyla, kendini zorlayarak okumaya devam etti. Marşı bitirdiğinde, ben de bitmiştim. Hemen orayı terk ettim.
Bir daha onun sesini hiç duymadık. Toplam 22 şehidin verildiği o baskın gecesinde, vücuduna saplanmış 7 merminin acısıyla söylediği İstiklal Marşı’nı ruhumun derinliklerine nakşeden tim komutanının öldüğüne inanmıyorum.”
Hâkimin anıları burada sona eriyor. Vücudunda yedi mermi olduğu halde, İstiklal Marşı söyleyerek şehit olan bu memleketin yağız delikanlılarına, kahraman evlatlarına Allah’tan rahmet diliyorum.
Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana âğuşunu açmış duruyor Peygamber.