Dün akşam şehrin eski mahallelerini dolaşan bir adam, “merhabası dürüst dostlar arıyorum” diye söyleniyordu. Gülüşleri yapmacık, selamı sahte olmayan dostlar… “İdeal olanı neyleyim; bana samimi olan yeter!” diye haykırıyordu. “Her gördüğünün peşine takılıp takla atandan dost mu olur? Aldatmayı açıkgözlük, yalanı hüner sayandan hiç dost mu olur?” diyordu.
Adam haklıydı. Görgü fakirleri sardı etrafımızı; kibir abideleri, nefsini “tavaf” eden egoistler… Senin aklın ermez diyen ukalalar… Aklın kadar, bilgin kadar, tecrüben kadar konuş diyen kalmadı. Paran kadar, gücün kadar konuş! diyen nezaket yoksulları türedi. Kaba, ukala ve bencil… Etrafınıza bakarsanız, çarçabuk tanırsınız onları. Çünkü sizin de dikkatinizi çeken bir aykırılıkları olmuştur mutlaka.
Eskiler, servet fakirin eline geçerse kibre dönüşür, derlerdi. Ne kadar da haklı çıktılar! Küçük dağları ben yarattım diyenden dost mu olur?
Mala, mülke, makama, şöhrete ve siyasete kapılanmış zamane insanı, dost meclislerinde gönül okşayan sımsıcak muhabbeti gözden ve gönülden ırak eyledi. Sevgisiz, saygısız, kaygısız ve düşüncesiz bir merhametsizlik ikliminde hatırdan, gönülden ve nasihatten nasiplenmemiş kaba-saba adamlar, saltanatı parada, gücü yalakalık ve riyakârlıkta aramaya başladılar.
Şimdi yüzlerine geçirdikleri farklı maskeyle bir başka role soyunuyorlar. Çoktan etraflarına gülücükler dağıtmaya başladılar bile… Çünkü bekledikleri sezon açıldı ve kumpanyalı çadır tiyatrosu başladı. Şimdi vakit, üç maymunu oynama vaktidir! Muz kabuğunun üzerinde taklalar atan şempanzeler gibi bir o yana bir bu yana yalpalayıp duruyorlar.
Tatsız tuzsuz, renksiz, kokusuz bu insan ilişkileri, plastik yapma çiçeklere benziyor. Göstermelik ve ruhsuz… Daha garibi topraksız ve susuz…
İnanın bunların hiç biri sürpriz değil. Çünkü bu zamane tüccarları, 15 Temmuz’dan önce de, başka kapılara yaltaklanıyor ve başka taklalar atıyorlardı. Şimdi tövbe ferahlığıyla ortalıkta dolaşmaya ve demokrasi havarisi kesilmeye başladılar!
Neyse… Biz dost arayan adamın dün akşam dolaştığı mahalleleri seyretmeye devam edelim.
Itır kokulu pencerelerde, ikindi üstü dedikoduları yapan kadınların akşamsefası ve fesleğen saksılarına döktüğü sular, saçak aralarından Arnavut kaldırımlarına doğru süzülüp gitti. Akordu meyhane şarkılarına ayarlanmış eski klarnetlerin alaturka
seslerine karışmış gramofon çızıltıları bugün duyulmuyor artık. Ne köşe başlarında yüksek perdeden kulakların pasını silen, kaytan bıyıklı berduş naraları kaldı ne de cami şadırvanından su taşıyan esnaf çıraklarının paytak paytak yürüyüşleri… Yoğurtçular, şerbetçiler, dondurmacılar, şamtatlıcılar kayboldu ortalıktan; mahalle bakkalları ve terziler de… Onlar, çatıları tenekeden örtülmüş gecekondular gibi zamana ve yoksulluğa yenik düştüler.
Acaba büyükşehirlerin kenar mahallelerinde “ekmek” diye ağlaşan fakir çocuklarının o iç yakıcı çığlıkları, derme çatma evlerin badanasız duvarlarında hâlâ yankılanıyor mu ki şimdi?
Sihirbaz çubuğu değmiş gibi evler, mahalleler, şehirler zaman içinde değişti. Yoksulluk değil ama, insanlar da değişti. Şimdi evlerimiz konforlu, odalarımız sımsıcak. Fakat üşütüyor beni bu zamane dostlukları; üşütüyor beni çıkar ilişkilerine sarmalanmış modern hayatın çıkmazları!
Merhabası dürüst dostlara selam olsun!