Şükrü Elekdağ, emekli büyükelçi, eski CHP milletvekili. “65 yıldır hiçbir Türk lidere Erdoğan’a saldırıldığı gibi saldırılmadı. Hedef İran değil, Erdoğan!” diyor. Sarraf davasını da bu doğrultuda değerlendiriyor: “Hukukî olarak başladı, siyasî olarak devam ediyor.” On sene Amerika’da diplomatlık yapmış tecrübeli bir ismin bu konuda söyledikleri önemlidir.
“Amerikalı bir senatör İsrail aleyhine konuşamaz. Eğer konuşursa, Yahudi lobisi karşısına bir aday çıkarır, onu destekler ve seçtirir. İsrail aleyhine konuşan senatörün siyasî hayatı biter.” diyen Elekdağ, iktidarda kalmak için İsrail ile iyi geçinmek gerektiğini söylüyor.
Türkiye’nin Amerika ile kavgası, işte tam bu noktada başlamadı mı? Çekiç Güç’ten NATO’ya, PKK destekçiliğinden finans tetikçiliğine, Türk askerinin başına çuval giydirilmesinden Eşref Bitlis Paşa’nın şehit edilmesine, 17/25 Aralık olaylarından 15 Temmuz darbe girişimine, terör finansörlüğünden FETÖ yardakçılığına, Irak ve Suriye’deki katliamlardan Kürt devleti kurma girişimine kadar birçok olay ve emperyalist kışkırtma, Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit etmeye başladı. Bunca dost görünümlü uluslararası hıyanet varken, aman Yahudi lobisiyle iyi geçinelim mi diyeceğiz?!
Türkiye’deki gündem Sarraf davası üzerinden devam ederken, bu sefer de Başkan Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma girişimi, dünya siyasetine bir bomba gibi düştü. Bu düşmanca tutum ve davranışlar milletimizi derin şüphelere sevk etmektedir.
Amerika’nın lehine olan bir şey, ne zaman Türkiye’nin millî menfaatleriyle örtüştü ki? “Efendim dengeler meselesi” diyorsanız; ürkeklik ve korkaklık artık bu ülkede “diplomatik strateji” olarak kabullenilmiyor! Sözüne güvenilmeyen ve her türlü ihaneti yapan Amerika ile bundan sonra o sözde stratejik ortaklığımızı nasıl sürdüreceğiz ki?
Atlantik sisteminde kontrolden çıkan Türkiye, Batılı müttefiklerini her zaman rahatsız etmiştir. “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır.” diyen İsmet Paşa, “Amerikan parmağıyla” iktidardan düşürüldü ve bir daha iktidar yüzü görmedi. 1957’den sonra Ruslarla anlaşmaya çalışan Menderes’in 27 Mayıs askerî darbesiyle iktidardan düşürülmesi ve Yassıada Mahkemelerinde yargılanıp idam edilmesinin altında da bu “parmak” var. Maalesef Özal da aynı akıbete uğradı. Muhsin Yazıcıoğlu’nun yerli ve millî duruşu “birileri”ni rahatsız etmiş olmalı ki, helikopteri Çağlayancerit’in karlı dağlarında düşürüldü.
Emperyalistler yeni bir paylaşım savaşı istiyorlar. Bunun için, vekalet savaşlarıyla Türk ve Müslüman coğrafyasına saldırıyorlar. Emperyalizmin yeniden hortladığı bir dünyada, olaylara tepkisiz kalan Türk solunu anlamak neredeyse imkânsız hale geldi. Amerikan karşıtı politikalara niçin destek vermiyorlar? Solun içine düştüğü şu duruma bakın! Nerede 68 kuşağının “6. Filo Defol!” eylemlerindeki devrimciliği, nerede umudunu Amerikan mahkemelerinde görülün Rıza Sarraf davasına bağlamış bugünkü siyasetin müptezelliği!..
Türkiye’de siyaset şirazesinden çıktı. Yine istihbarat savaşları, yine havada uçuşan belgeler, tutuklamalar, mal varlıklarına el koymalar, mahkeme celseleri, karşılıklı hamleler, meydan okumalar ve Ahmet Davutoğlu’nun açıklamaları siyasî gündemi değiştirmeye devam ediyor.
Beri tarafta siyasetin ikiyüzlüleri, bu dumanlı havadan nem kapmış olmalılar ki, avuçlarını ovuşturmaya başladılar. Ne olur ne olmaz diye, şimdiden bir yerlerde gizliden gizliye saf tutmaya çalışıyorlar. 17/25 Aralık’tan önce “başka muhitler”de peşrev çekenler, 15 Temmuz’da seslerini marşlara ayarlayıp demokrasi mitinglerine koşmadılar mı? Demokrasiye sahip çıkmakla demokrasiye caka satmak arasında yalpalayan, üçüncü sınıf bir mürailiğe soyunmadılar m? Akşam elinde bayrakla mitinge koşan adamın gündüz tutuklandığını görmediniz mi?
Türk siyaseti oldum olası şu iki tipten çok çekti: müptezeller ve ikiyüzlüler! Bugün ortalıkta tövbe ferahlığıyla dolaşıyorlar ve çadır tiyatrosundan kalma ustalıklarıyla bir yerlere göz kırpıyorlar!
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.