Babil, Mısır, Grek, Roma saltanat tipi düşünme tarzının merkezleridir. Bunların bir tek yöntemi vardır; hep yöneticiye tabi olan topluluklar isterler. Firavun, Hz. Musa’yı kendi yanındaki oligarşisine şikayet ederken “Bu Musa sizin yönetiminizi elinizden almak istiyor. Siyasî bir adamdır.” demişti. Yahudiler de Hz. İsa’yı Roma valisine “Bu İsa kral olmak istiyor. Bunun engelleyin.” diye şikâyet etmişlerdi. Asırlar sonra, bizde 28 Şubat’ta bazı Müslümanların “bunlar siyasal İslam’dır” diye itham edilmeleri gibi.
Saltanatın tarih okumaları günümüz insanını yanıltmaktadır. Şah unvanına dikkat edin! Şah, Sasanilerin, Perslerin krallarına verdikleri unvandır. Bizim Türkmen Şeyh Haydar’ın oğlu İsmail’in derdi neydi ki, şah unvanını almıştır? Çocuklarına neden “Tahmasb” ismini koymuştur? Tahmasb, Sasani kralının adıdır. Türklerin tarih boyunca başına gelen büyük felaket, düşmanıyla /muhalifiyle benzeşme sendromudur. Özenip onun gibi olmak; düşmanına /muhalifine benzemek isteği, maalesef hep var olagelmiştir.
Fatih Sultan Mehmet Han, II. Murat Han, Yıldırım Beyazıt Han; Yavuz Sultan Selim padişah! Niye? Sen “şah”san, ben de “padişah”ım (yani şahlar şahıyım) demeye getirdiler. Birbiriyle savaşan iki hükümdarın özendiği Sasani, Pers saltanatı ya da şahlığıdır.
Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail kavgası, “göçebe bir konfederasyon ile konvansiyonel (ateşli) silahlar kullanan merkezi bir imparatorluğun kavgasıdır.” Bu kavgayı merkezi imparatorluk kazanır. Çünkü yeryüzündeki saltanatın kanunu böyledir. Mısır da, Roma da, Bizans da güçlü olduğu için kazanmıştır. Günümüzün devr-i saltanatı da çok farklı değildir. Doğrudur veya yanlıştır, tartışmıyorum; ama realite bu!
Bu saltanat kavgasına bir başka örnek sunalım. Selçuklu’nun işi bitirilmiş, Alâeddin Keykubat’ın saraya aldığı Sadettin Köpek, özellikle Gıyasettin Keyhüsrev Dönemi’nde sarayı ele geçirmiştir. Dede Yarkın’ın halifeleri Baba İlyas Baba İshak buna isyan ederler. İddiaları şudur: “Saraydaki Sadettin Köpek Rafızi’sini kovacağız!” Evet, Rafızi’sini diyorlar; Hz Ebu Bekir ve Hz Osman’ın halifeliğini kabul etmeyenlere Rafızi deniliyor.
Bizde resmî tarih saraya karşı çıkana âsi diye yazar. Baba İlyas ve Baba İshak’a âsi diye hitap ediyoruz. Ama Baba İlyas müridi Şeyh Edebali bizde kutsal! Neden? Çünkü bu saltanatın tarih okumasıdır. Bu anlayış kökünü Muaviye yönetiminden alır. Muaviye yönetim tarzını Bizans’tan iktibas etti. Veziri de Bizanslı ve Hıristiyan bir rahiptir. (Bu konuda İrfan Aycan’ın eserlerine bakılmalıdır.)
Mehmet Çelebi, Bedrettin Simavi’yi niye öldürdü ki? Oysa bütün suçu Musa Çelebi’nin danışmanı olmasıdır. Öyle zannedildiği gibi, Bedrettin Simavi’nin bugünkü sosyalist görüşlerine yakın olduğu iddiaları doğru değildir. Bunlar, saray uleması denilen
Yazıcızâdeler’in farklı görüşlere tahammülsüzlüklerinin ‘tevarih-i âli Osman’lara yansımış algı operasyonlarıdır.
Pavlos, Roma ile anlaştığında, Hıristiyanlığı öğretirken ne demişti? “Bütün yönetimler Allah’a aittir. Yönetilenlerin görevi, yöneticiye tabi olmaktır.” Sonra, yavaş yavaş “kullarım, tebaam” tabirleri yerleşti. Kutsal Roma-Germen imparatorlarından tutun, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” unvanını taşıyan padişahlara kadar yeryüzündeki yöneticiler kutsanmaya başlandı. Fatih’in fetihten sonraki unvanı “Kayzer-i Rum”du. (Bkz. Halil İnalcık Devlet-i Âliye) Fatih kendi döneminde çok sevilen bir padişah değildir. Sert ve otoriterdir, acımasız vergi uygulamaları vardır. Ünlü kanunnameler onun zamanda çıkmıştır. Fatih, imparatorluk modelini Bizans’tan aldı, Bizans da bu modeli Sasanilerden aktardı. (Bkz. İlber Ortaylı, Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi)
Konuyu toparlayıp bağlayalım. Bütün zamanların dört putu vardır: lât, menât, uzza ve hübel. Aslında insanlık tarihi, bu dört putun yeryüzüne yansımış kâbuslarıyla doludur. Bu anlayış, aynı zamanda saltanatın tarih okumalarına da kaynaklık etmiştir. Tarih, zulme dönüşmüş saltanatın gözyaşı ve dramlarıyla doludur.
Muhubbî (Kanunî) ne güzel söylemiş:
Saltanat dedikleri ancak cihân kavgâsıdır
Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi