Türk eğitim sistemi 1970’li yıllardan itibaren bozulmaya başladı. Ezber ve teste dayalı sınav sistemi, genç beyinleri düşünme, tasarlama, üretme ortamından ve eğitim ikliminden uzaklaştırdı. Okumayan, düşünmeyen, sorgulamayan, muhakeme etmeyen, proje üretemeyen, hazır ve rahata alıştırılmış, üretmeden tüketmeyi seven, zeki fakat hayatın zorlukları karşısında mücadele etme azmi zayıf, çıtkırıldım bir nesil yetişmeye başladı.
Buna pedagojik hataları, yanlış eğitim politikalarını, sürekli değiştirilen müfredat programlarını, öğretmen yetiştirme sorunlarını, yetersiz ders araç-gereçlerini, okulların fizikî eksiklerini, 1970’li yılların ortalarından itibaren politizeleşmeye başlayan okul ortamını, okul yönetiminin kifayetsizliklerini, alan ve meslek seçimindeki yanlışlıkları da ekleyecek olursak, problemin ne kadar hantal ve kronik olduğu anlaşılır.
Eğitimin çıkmazlarda sürüklendiği bu süreçte ahlaki, dinî, sosyolojik, ticarî ve siyasi birtakım problemler ortaya çıkmaya başladı. Eğitim kurumlarını iflas ettiren toplum, umudunu dershanelere bağladı. Çocukları okullaşma yaşına gelen aileler, haklı olarak büyük beklentiler içine girdiler. İşte bu dönemde devletin büyük kusuru vardır. Devlet okullarının kalitesinin düştüğü bir ortamda, özel sektör baş tacı edildi ve dershanelerin eğitimde umut olmasına fırsat tanındı. Üstelik devlet, bu kurumları ciddi olarak kontrol bile edemedi.
Türkiye’de nüfusun artmasıyla birlikte tarımın, sanayinin, ticaretin, sağlık ve diğer alanların ihtiyaç duyduğu kalifiyeli eleman yetiştirme meselesi gündeme geldi. Artık piyasanın usta-çırak ilişkisiyle zanaatkâr yetiştirme dönemi sona ermişti. Maalesef bu dönemde meslekî eğitime gerekli önem verilmediği gibi, birtakım talihsiz uygulamalarla meslekî eğitimin adeta önü kesildi.
Hayal ve beklentileri gerçekleşmeyen aileler, eğitimde bir şeylerin ters gittiğini anlamaya başladılar. Toplum bu dönemde eğitim problemlerini tartışıp çözümlemek yerine; ucuz, kolay, popüler olanı tercih etti. Bunun neticesinde herkes çıkış yolu olarak siyasî “torpil” aramaya başladı. Sonrası malum: topyekûn bir hüsran, topyekûn bir iflas...
Bunları siyaseten söylemiyorum. Eğitim konusunda birbirimizi suçlayarak elde edebileceğimiz bir sonuç yok! Çok yönlü bir problemle karşı karşıya olduğumuzu söylemek isterim. Derin ve kronik bir problem bu. Ama istendikten sonra bu ülkede halledilemeyecek mesele yoktur. Gelin birlikte bu konuda ne yapabileceğimizi konuşalım.
1980’li yıllarda rahmetli Mahmut Kabukçu ile birlikte Kızılhisar (Serinhisar) Eğitim Vakfını kurmak istemiştik. Bu konuda gerekli girişimlerde de bulunmuştuk. Eğitim vakfını siyaset üstü bir kurum olarak tasarlamıştık. Vakfın temel ilkesi şöyle idi: “Kızılhisarlı zeki fakat fakir çocukları ilkokuldan itibaren sahiplenip master ve doktora seviyesine kadar yurt içi ve yurt dışında karşılıksız okutmak.”
Bu Allah rıza için yapılacak bir iştir. Birinci şart zeki olmak, ikinci şart fakir olmaktır. Karşılığında hiçbir şey beklememektir. Devlet ve milletine sahip çıkan ve bütün insanlığa faydalı nesiller yetiştirmek vakfın temel hedefidir.
35 sene önce bizi anlamadılar; bari bugün anlasınlar. O gün olmadıysa, bugün gerçekleştirelim bunu. Gelin birlikte, siyasetten azade, Serinhisar Eğitim Vakfını kuralım. Yatırımımızı insana yapalım ki, devletimiz baki, geleceğimiz aydınlık ve ülkemiz ferah içinde olsun. Benden söylemesi…
Kalın sağlıcakla, selam ve saygıyla.