Benim çocukluğumda, yerinde şimdi yeller esen Kızılhisar belediye binasının arkasında, (şimdiki Şehit Ahmet Kabukçu Parkı'nın bulunduğu yerde) cuma günü Kızılhisar pazarı kurulurdu. Perşembe ikindiden sonra erkenden sebze-meyve, peynir-yoğurt tezgahları açılır, akşam karanlığına kadar alışverişler yapılırdı. Mevsimine göre pazara Söğüt Ovası'ndan taze yayla fasülyesi, dometes ve biberler gelir, Kızılhisarlı çobanların at sırtında pazara getirdikleri yoğurt, tereyağı ve peynirler kapış kapış kapışılırdı.
Cuma günü sabah erkenden pazar duası yapılır, alışveriş başlardı. Pazardan alınan sebze-meyve ve diğer ihtiyaçlarla doldurulan sepetler, çuvallar, heybeler at arabalarıyla evlere taşınırdı. Odun pazarında ise eşek yüküyle kök odunu satılırdı.
Kurtlar'ın ve İbişler'in nakliye kamyonları, Denizli halinden Kızılhisar'a sebze ve meyve taşır, esnafı çevre pazarlarına götürüp getirirdi.
Kızılhisar'da cuma günü kurulan pazarın dışında, pazartesi günü ikinci bir pazar daha kurulurdu. Çünkü nüfus kalabalık; bağda, bahçede, tarlada çalışan insan sayısı çok, dolayısıyla ihtiyaç fazlaydı.
Dönemin ağaları her zamanki saltanatlarını sürdürürken garip-gureba hayatın içinde
yuvarlanıp gidiyordu.
Yine bir perşembe günü ikindi üzeri, Kızılhisarlı çobanların kıl heybelere sardıkları peynir tenekelerini yere indirmesiyle pazar yerinde bir hareketlilik başladı. Gök Mehmetler'in rahmetli Hüseyin dayı sıranın en önünde, peynir ve tereyağı tenekelerinin dibinde bekliyordu.
Çoban, bıçakla tereyağı tenekesini açmaya çalışırken dönemin ağalarından biri kalabalığı yararak geldi ve tereyağı tenekesine el koydu.
- Bu teneke benim! Ben bir teneke tereyağı siparişi vermiştim. dedi. Ahali:
- Yahu, ayıptır sayıptır; herkes alsın, on gün sonra Ramazan ayı başlayacak, günahtır! deseler de ağa laf dinlemiyordu. Ben o zamanlar küçücük bir çocuktum ve rahmetli babamla peynir-tereyağı kuyruğunda bekliyordum.
Sonra ortalık karıştı, Gök Mehmetler'in rahmetli Hüseyin dayı ile ağa kavga etmeye başladılar. Birileri araya girerek kavgayı ayırdılar. O günkü kargaşada pazardan peynir alıp alamadığımızı hiç hatırlamıyorum.
Sonra bu olayı rahmetli babam şöyle anlatmıştı:
"Gök Mehmetler'in Hüseyin ağabey haklıydı. Adamcağız evine iki-üç kilo tereyağı alacaktı. Yahu önümüzde Ramazan ayı vardı. Ağa hem hakaret etti hem insanları küçümsedi."
Rahmetli babamın derin bir ahh! çekerek şöyle dediğini hatırlıyorum:
- Kavga bittikten sonra birçok kişi ağayı haklı buldu. Ancak üç-beş kişi Hüseyin ağabeyi haklı gördü. Bu insanlar haklının yanında değil güçlünün yanında yer alır oğlum, zengini severler." diye hayıflandı.
Devran değişse de "güçlüyü haklı görme" anlayışının günümüzde de değişmediğini gözlemlemek, doğrusu bize hiç şaşırtıcı gelmiyor. Haksızlığı alkışlayanların çoğalması, bireysel ve toplumsal ilişkilerde tamiri mümkün olmayan derin yaralar açıyor. Bunun sonucunda asık suratlı, gönlü kırık, güven duygusunu kaybetmiş, mutsuz insan manzaraları karşımıza çıkıyor.
Yıllar önce söylenmiş bir halk türküsü bu durumu ne güzel anlatıyor:
- Şimdi rağbet güzel ile zengine...
Umudunuzu ve neşenizi kaybetmeyin. Kalın sağlıcakla.