Şehirler de insanlar gibi nefes alır, üzülür, yaşar ve ölür. Şehirlerin de hissiyatı vardır. Sevinci, üzüntüsü, kahroluşu, kurtuluşu vardır.
Gün gelir şehirler de ölür. “Gökyüzünden ezanları susunca ölür. Çarşılarına haram para bulaşınca ölür. Sokaklarında fitne kol gezince ölür.”
Eğer şehirlerin izzetini koruyamazsak, kendi izzetimizi kaybetmiş sayın. Şehirler evimizdir, evinizden çıkmazsınız. Şehir nefes aldığımız yer; izzetimizi ve namusumuzu koruduğumuz namahrem; şehir sırrımızı ifşa etmeyen sırdaş; şehir gecenin karanlığında yalnızlığımıza yoldaş olan mekândır.
Şehir medeniyettir. Medeniyet kelimesi Medine’den gelir. Hz Peygamberi bağrına basan o kutlu belde…
İnsanlık, tarih boyunca şehirler kurdu, şehirler yıktı. Neron Roma’yı yaktı, Hülagu önüne çıkan şehirleri kasıp kavurdu. Moğol istilası zalimlikte Roma’dan geri kalır değildi.
Hristiyanlıkla paganlık arasındaki mücadeleye kurban edilen o dillere destan İskenderiye kütüphanesinin yakılması ne hazindir. Sonra İstanbul’un Latinlerce yağmalanması; Fikret’in ifadesiyle söylersek, “bin bir geceden artakalmış bu bakir şehrin” aslında ne kadar hüzün dolu olduğunu gösterir.
Truva’nın acıklı hikâyesi de bunlardandır. Asırlar sonra Yunanlıların Güneybatı Anadolu’da yakıp yıktığı şehirler de aynı hüznü yaşamıştır. İzmir’in, Bursa’nın, Alaşehir’in yangın yerine çevrilmesi toplumsal hafızamızda ne derin travmalar oluşturmuştur. Beri tarafta Filistin’de Gazze’nin uğradığı gazap, Arakan’da Müslümanların katledilmesi… Bağdat’ın emperyalistlerce yakılıp yıkılması… Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz denilen o efsane şehri, şimdi ara ki bulasın. Bağdat bombalanırken kılı kıpırdamayanlara, Amerikan bombardımanıyla büyük hasar gören İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin türbesinin bu bahtsız Bağdat şehrinde olduğunu hatırlatalım.
Ya sizin oturduğunuz şehirler, kasabalar, köyler, mahalleler? Kim bilir onların da ne ilginç, ne acıklı hikâyeleri vardır. Sahipsizlikleri, perişanlıkları, geceleyin yatağa aç giren garibanları… Şehrin beri tarafında ise, küçük entrikaları “ağalık senfonisi” zanneden sonradan görmelerin kibirli yürüyüşleri, menfaat için dokuz yaylayı dolaşmış sahtekârların, gecenin velvelesine karışmış kahkahaları ve gizli pazarlıklarla ipotek altına alınmak istenen bir şehrin sözüm ona geleceği vardır belki o hikâyelerde…
Günahın koyusunu işleyen, tövbesini gizlice yaparmış. Buna hiçbir itirazım yok. Lakin tövbe ettiğini söyleyip “yemin billah edenlerin” hâlâ perdenin gerisinden Karagöz-Hacivat oynatmaya devam etmeleri doğrusu pek manidardır. Neylersin, bu da oturduğunuz şehrin, kasabanın ya da mahallenin yıllardan beri seyretmeye doyamadığı bir tuluat gösterisidir. Üstat boşuna mı söylemiş: “Beyoğlu tepinirken ağlar Karacahmet” diye…
Unutmayalım, gün gelir şehirler de ölür. “Gökyüzünden ezanları susunca ölür. Çarşılarına haram para bulaşınca ölür. Sokaklarında fitne kol gezince ölür.” Şehirler de insanlar gibi nefes alır, üzülür, yaşar ve ölür. Şehirlerin de hissiyatı vardır. Sevinci, üzüntüsü, kahroluşu ve nihayet kurtuluşu vardır.
Söylediklerimizi eğip bükmeye, tevil edip değişik manalar çıkarmaya hiç gerek yok. Tek cümleyle söylüyorum: Şehirler mahzun, gönüller perişan olmasın! O halde herkes şehrine, köyüne, mahallesine sahip çıkmalı; bir de mum ışığında görünmediklerini zanneden Karagöz kuklacılarına dikkat etmelidir.
Uzun söze gerek yok vesselam…