Son zamanlarda Filistin ile yatıp, Filistin ile kalkıyoruz. Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra sebebiyle Müslüman alemi için kutsal sayılan Kudüs, ABD ve İsrail tarafından başkent ilan edilmesi üzerine, ülkemizin içinde bulunduğu bütün buhranlar, krizler unutulup “Kırmızı Çizgimiz” denilerek gündeme taşındı. Bunun üzerine Türk halkı olarak protesto gösterileri ile sokaklara döküldük.
İnfial halinde Kudüs’ün İslam’ın manevi değerleri içerisinde olduğunu haykırdık. Oysa tarihi geçmişi biraz bilen insanların Filistin topraklarının nasıl elimizden çıktığını bilirler. Ya da, Filistin topraklarını İsrail’e peşkeş çekenlerin geçmişte Osmanlı devletine nasıl hainlik ettiğini de bilirler.
Bu konuları biraz açalım;
Yeni mesaj Gazetesi’nden Furkan Talay, Filistin meselesinin son günlerde gündeme gelmesi üzerine bir yazı yazmış. Bu yazısın bir bölümü şöyle; “Kudüs’te Kaymakam Mülazımı olarak görev alan Boyacıyan Mihran Efendi Filistin’de bulunan Yahudilerin yayılmacı politikaları hakkında 27 Eylül 1891 yılında yazdığı mektupla dikkati çekmiş ve alınması gereken tedbirleri ifade etmiştir.
Mihran’a göre Gazze ve Yafa sahili arasındaki arazilerin %50’sini Yahudiler satın almıştır. Kolonileştirilen köylerde 2 milyon kök üzüm asması mevcuttur. Boyacıyan Mihran mektubunda ‘Bu gidişatla Ben-i İsrail Devleti topla tüfekle değil, tasarruf-ı arazi vasıtasıyla kurulacaktır’ uyarısında bulunmuştur ve sonraki gelişmeler onu haklı çıkarmıştır. (Necip Chiha, Osmanlı Devleti’nde Gayr-i Menkul Mülkiyeti Bakımından Yabancıların Hukuki Durumu, Çev. Halil Cin; AÜHF Dergisi 1967, sayı 24, s.246-274- Rothschildler ve Osmanlı İmparatorluğu).
Atatürk, Osmanlı Devleti’nin başına gelen Batı kaynaklı felaketlerden ders aldığı için Türkiye Cumhuriyeti’nde yabancıya toprak satışını son derecede zorlaştırmıştı. 1924 yılında çıkarılan 442 sayılı köy kanununun 87. maddesi ile yabancıların (gerçek ve tüzel kişi) köylerde arazi ve emlâk almaları yasaklandı.Günümüz iktidarı ise 29.12.2005 tarihinde 5444 sayılı kanunda yaptığı değişimle yabancılara toprak satışını ve 2004’te yürürlüğe giren 5177 sayılı yasayla maden çıkarmayı serbest bırakmıştır.
2012 yılında Çevre Bakanı’nın verdiği bilgiye göre 2002-2011 yılları arasında yabancılara satılan toprak miktarı 18.4 milyon m2’dir. Bu oranın günümüzdeki miktarını siz tahmin edin.
Biz Osmanlı Devleti’nin saklanan yüzünü anlattıkça Yeni Osmanlıcılar hop oturup hop kalkıyorlar, fazla değil, 150 yıllık bizden saklanan gerçek tarihimizi bilirsek eğer Osmanlı Devleti’ni çöküşe sürükleyenlerle, 15 yıldır türeyen Yeni Osmanlıcıların ortak emellerini anlamak işten bile olmayacaktır.
Osmanlı Devleti’ni çöküşe sürükleyen sebeplerin sanki planlı bir şekilde son 15 yılda tekrar nüksetmesi ve bunu yapanların Osmanlı’yı geri getireceğiz diye haykıran kesim olması sizce sadece tesadüften mi ibarettir?”
Yine bir başka hainlik ise şöyledir;
I. Dünya savaşı sırasında Filistin cephesinde savaşan Osmanlı ordusunun 16.ncı tümenin 48 inci alayına bağlı 15 bin askeri İngilizlere esir düşer. Filistinliler savaşın kaybedildiğini anlayınca cepheden kaçmışlar ve Mehmetçiği yalnız bırakmışlardır. Cephane, yiyecek yoktur.
Esir düşen bu askerlerimiz 1918 yılından 12 Haziran 1920'ye kadar iki yıl boyunca her türlü işkence, eziyet, ağır hakaret ve aşağılamaya maruz kaldılar. Kamptaki, Türkçe bilen Ermeni tercümanların yalan, yanlış çevirileri ve kışkırtmaları nedeniyle, kampların İngiliz komutanları, azılı Türk düşmanı kesilmişlerdi.
Savaş bitmesine rağmen kamptaki ağır şartlar nedeniyle ölenler dışındaki askerleri teslim edilmesi gerekiyordu. Ama bu durum İngilizler'in işine gelmiyordu. Çünkü, olası yeni bir savaşta, bu askerlerin yeniden karşılarına çıkabilecekleri İngilizlerin beyinlerine işlenmişti.Çözüm toplu katliamdı.
Askerlerimiz, mikrop kırma bahanesiyle, süngü zoruyla dezenfekte havuzlarına sokuldu. Ancak suya normalin çok üzerinde krizol maddesi katılmıştı. Mehmetçik, daha ayağını soktuğunda, aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyorlardı. Ancak İngiliz askerleri dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı.
Mehmetçikler, bele kadar gelen suya başlarını sokmak istemedi. Ancak bu kez İngilizler havaya ateş etmeye başladı. Askerlerimiz, ölmemek için çömelerek başlarını suya soktular. Ancak başını sudan kaldıran artık göremiyordu. Çünkü gözler yanmıştı. Dışarı çıkanların halini gören sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda etmedi ve 15 bin askerimiz kör oldu.
Bu vahşet, 25 Mayıs 1921 tarihinde TBMM'de görüşüldü. Milletvekilleri Faik ve Şeref beyler bir önerge vererek, Mısır'da esirlerin krizol banyosuna sokularak 15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini, bunun faili olan İngiliz tabip, garnizon komutanı ve askerlerinin cezalandırılması için TBMM'nin teşebbüse geçmesini istediler. Tabii ki yeni kurulan devletin bin türlü sorunu vardı. Bu hesap sorma işi de unutuldu gitti.
Bu vahşet işlenirken, Türk ordusundan firar eden Filistinliler, Mısır'ın İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare (tam adı; Seydibeşir Kuveysna Osmanlı Useray- i Harbiye) kampında esir askerlerimizin başında İngilizlerin emrinde nöbet tutmuşlardır.
Ve, bizim canhıraş bir şekilde savunduğumuz Filistinlilerr, KKTC’ni tanımamışlardır. Aksine Rum kesimi ile birlik olmuşlardır.
Herkezin bilmesi gereken diğer bir husus da; Müslümanların kıblesi Hz. İbrahim’den beri Mekke’dir. Kabe’dir. Hiçbir zaman değişmemiştir. Peygamberimiz (sav) İslam’ı tebliğ etmeye başladığı yıllarda, Yahudilerin zarar vermemesi için siyasetin iki yıl kadar Kudüs’u kıble kabul etmiştir. Bu durum daha sonra Ayet-i Kerimenin nazil olmasıyla bitmiştir. Kudüs’de bulunan Mescid-i Aksa (uzak mescid) ve Mirac hadisesi de, bizim anladığımız manada değildir. Bunu da bir başka yazımızın konusu olarak ele alalım.
Anlayacağınız, bizim sahip çıktığımız Filistin kimdir? Nedir? İyi bilmek lazım.