Günümüz insanının en büyük problemlerinden biri “ego”sunu kutsamasıdır. Çevrinizde her şeyde “ben” diyen insanlarla karşılaşmıyor musunuz? Siyaseti onlar bilir, ticaretten onlar anlar, bilim onların işidir, spor zaten ana branşlarıdır; müzikten, besteden, makamdan bahsederler, filozofturlar, her şeyden anlarlar. Ama her gün buluğ çağının ıstırabını yaşayan “dehanın çocukları” ise bu durumdan müstesnadır. Onların içinde bulundukları ruh hali, sıradan insanın ruh burkuntularından farklıdır.
Toplumun gıptayla baktığı şair ve sanatkârlar, hırslarını bir kamçı gibi kullanarak belagatin zirvesine ulaşmışlardır. Sıradan bir insanı için için kemiren öfke nöbetleri; usta bir hiciv şairi için söz söylemenin “ölçüsü ve hızı” haline gelebilir.
Galatasaray Lisesi’nde öğrenci olduğu yıllarda, gerçek bir sevgilisi olmamasına rağmen, sanki sevgilisinden geliyormuşçasına, kendi kendine hayali mektuplar yazan, bunlara cevaplar gönderen ve bu mektupları büyük bir keyifle arkadaşlarına okuyan Cahit Sıtkı’nın karma karmaşık iç dünyasını; akranları arasında hissettiği “eksikliği” şairlik kudretiyle gizlice örtmeye kalkışan genç bir adamın benlik hezeyanları olarak değerlendirebiliriz.
Aynı şekilde, hemen hemen her platformda “cahiller!” diye haykıran ünlü tarihçi İlber Ortaylı’nın ortaya koyduğu benlik senfonisi, sıradan bir adamınkinden kat kat üstündür. Çünkü bilgeliğin hazzını yaşayan bir bilim adamı, okumamaya mahkûm olmuş bir toplumda, feryat-figan doğruları anlatamaya çalışmaktadır.
Bu konuda benliğin (egonun) zirvesine çıkmış, Cumhuriyet Dönemi’nin şöhretli şairlerinden biri, kendi ıstırabını şöyle dile getiriyor:
Suratımda her suç bir ayrı imza,
Benmişim kendime en büyük ceza!
Prof. Ayhan Songar Hoca, yukarıdaki mısraların şairinin de hazır bulunduğu bir ortamda, o şairin ruh dünyasını tahlil edecekti. Yıl: 1981, yer: Ahmet Kabaklı Hoca’nın İstanbul’daki Türk Edebiyatı Vakfı. Herkesin şiirlerini ezbere bildiği o büyük şair Necip Fazıl’dı. Burnundan kıl aldırmayan o şöhretli sanatkâr, pür dikkat, kürsüde kendini tahlil eden bir başka büyük adamı dinliyordu. Ayhan Songar Hoca konuşmasını bitirir bitirmez, salondaki dinleyici topluluğu “acaba üstat ne diyecek?” diye merakla bekliyordu. Tepki mi gösterecek, yoksa takdir mi edecekti? Necip Fazıl’ın çantadan bir fotoğrafını çıkardığı ve büyük bir özenle fotoğrafa şunları yazdığı görüldü: “Ruhumun fotoğrafını çeken Ayhan’cığıma…”
Ayhan Songar Hoca, o derin ruh tahlillerinin ardından Necip Fazıl için şunları söylüyordu: “Gelmiş geçmiş bütün insanlar içinde peygamberleri, büyük velileri, Aristo ve Newton gibi büyük bilim adamlarını bir tarafa bırakın, insanlık tarihi boyunca Necip Fazılı’ın beğendiği, kendine rehber edinebileceği insan sayısı elimin parmaklarının sayısını geçmez.” Psikologlar buna “ego-hipertrofi” diyorlar. Yani benliğin doruğa ulaşması… Bu ruh hali, şairin elinde olan bir şey değildi. O, kontrol edemediği ve yaratılışından gelen bir iç karmaşıklığın altüst olmuşluğunu yaşıyordu. Aslında, Necip Fazıl’ı “aksiyon adamı “ yapan da bu tarafı idi.
Sonra onun hayatında inanmış bir şairin teslimiyetini görürsünüz:
Evler döşemekti bendeki tasa,
Yaptım, ettim, nöbet mezara geldi.
Yeter bana, üç beş arşın bez olsa;
Beklenmedik mallar pazara geldi.
Penceremde bir gün, günlerden bir gün:
Ses baygın, renk dalgın ve ışık süzgün;
Belirsiz bir semte insanlık sürgün...
Çek perdeyi güneş nazara geldi.
***
Bizim manevi iklimimizin büyük sultanlarından biri de Mevlana Celaleddin-i Rumi’dir. Günlerden bir gün, iki öğrenci, Mevlana’yı sınamak, mana ilmindeki donanımını, derinliğini ölçmek isterler. Bu amaçla Mevlana’ya birtakım sorular yöneltirler. Öğrencilerin kendisini sınamak istediklerini anlayan Mevlana, onlara şu hikâyeyi anlatır.
Gramer hocası ile bir filozof belagat konusunda tartışmaya başlamışlar. Gramer hocası işin kalıp ve şeklî kısmında, filozof da daha çok mana yönünde yoğunlaşmak gerektiğini savunuyormuş.
Gramer hocası: “Sen mana peşinde koşuyorsun, ama cümle içinde kelimeleri yanlış kullanıyorsun. Bundan farklı ve yanlış manalar çıkar.” demiş.
Filozof itiraz eder, gramer hocası kabul etmez, böylece tartışma büyüyüp gider. İki bilgin hem tartışırlar hem de yürürler. Öyle bir yere gelirler ki, gramer hocası önündeki kör kuyuyu fark etmez ve kuyuya düşer. Aşağıdan yalvarmaya başlar:
--- Ne olursun beni kurtar!
Filozof, gramer hocasına iddiasından vazgeçerse kendisini kurtarabileceğini söyler. Kuyunun dibindeki gramer hocası haklı olduğunu söylemeye devam eder, kuyunun yukarısındaki filozof da iddiasından vazgeçmez ve adamı kör kuyunun dibinde o halde bırakıp gider.
Mevlana, gençlere döner ve şöyle der: “Bizim gurur ve ihtiraslarımız da kör kuyunun dibindeki adamın ihtiraslarından farksızdır. Kontrol edilemeyen benlik (ego), gramer hocasının düştüğü kuyuya benzer. Benliğinizden (egolarınızdan) kurtuldukça, karanlık kuyulardan kurtulacaksınız.”
Etrafınıza şöyle bir bakın. Birbirine tahammül edemeyen insanlar göreceksiniz. Kin, haset, nefret ve husumetle birbirlerini boğazlamaya çalışan “çağdaş” görünümlü insanlar bulacaksınız XXI. yüzyılda siyasetin, ticaretin, bilimin, yoksulluk ve cahilliğin çıkmazları içinde bocalayıp duran günümüz insanı, bir kör kuyudan bir başka kör kuyuya atlamanın “medeniyet ve çağdaşlık” olduğuna inanıyor. Tıpkı şairin dediği gibi:
“Yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana!”